Dünyanın Önde Gelen Haberleri ve Ansiklopedisi
Slimfit
  1. EDEBİYAT

Oyhan Hasan Bıldırki - Bir Başka Şafak

Oyhan Hasan Bıldırki - Bir Başka Şafak
Sakura

Oyhan Hasan Bıldırki - Bir Başka Şafak

   Bircan’ın doğumunda konak şenlendi, baştanbaşa ışıklarla donandı. Eşe dosta, bütün tanıdıklara, hekiminden hâkimine, avukatından savcısına, tacire tüccara doğum şerefine verilecek davetin haberi, ulaştırıldı. Hazırlıklar tamamlandı.
      Yalnızca doğacak çocuğu için gelenekçi kesilen, “Erkek adamın erkek oğlu olur.” diye düşünen, bundan asla taviz vermeyen, eşin, dostun yanında bu şekilde övünen avukat Hâzım Dümenci, bir kızı olduğu kendisine bildirilince üzülür gibi oldu, suratını astı, kaldırım dudaklarını ısırdı. İlk sarsıntı geçince, kızı kabullendi, baba olmanın gururunu yaşadı.
      - Ya! dedi. Demek, kız babası oldum, ha? Ne derler, başa gelen çekilirmiş, katlanacağız. Hem, erkek adamın erkek damadı olurmuş. Öyle değil mi? Eşimi, yavrumu görebilir miyim?
      Telefonun öbür ucundan seslenen doktor:
      - Hay hay, Hâzımcığım! Şüphen mi var? Derhal! İstediğin zaman gelip görebilirsin. Bir terslik olursa, beni ara. Olur mu? dedi.
      İşinin, kendisine tanıyacağı, ardına kadar açılacak olan faydalanma kapılarından kolayca geçmek için, hatırlı avukat Hâzım Dümenci, hazırlandı. Saçını, başını taradı. Paçasını düzeltti. Gevşeyen kravatının düğüm yerini sıktı. Kendisine baştan aşağı çeki düzen verdi. Çıkarken, anasına seslendi.
      - Dilârâ’mı görmeye, Bircan’ımı almaya gidiyorum. Bir diyeceğin var mı; Büyük Hanım?
      Oğlunun ve gelininin kendisini sıkan, bunaltan havasına, doğan torunu için katlanan Sabriye Hanım:
      - Her ikisinin gözlerinden benim için öp, dedi. Yalnız.
      - Ne yalnızı?
      - Bircan mircan diyorsun. Kızının adı olmalı, değil mi?
      - Öyle! Ne var bunda?
      - Bir şey yok.
      - Eee?
      - Bizde, doğan çocuğa, ötekiler gibi önceden hazırlanan isimler, kanmaz da.
      - Konmaz… mış!
      - Konmaz ya!
      - Laf uzadı, Büyük hanım. Bunlar boş inançlar, safsata şeyler. Çekil de, gideyim.
      - Olur! Güle güle.
      Sabriye Hanım geri durdu. Hâzım Dümenci, açılan boşluktan süzüldü. Mermer merdivenleri üçer beşer indi. Çiçekli bahçeyi, aslanlı yolu geçti. Arabasına atladı, gaza bastı, hızla ilerledi. Kural mural hak getire. Sanki bütün yol, onundu.
      Sabriye Hanım, bir “Ya sabır!” çekti. Abdest tazeledi. Kendi kendine, fakat biraz seslice düşündü:
      - Bizim zamanımızda, dedi, ister kız, ister erkek olsun, bütün çocuklara isim vermenin bir adabı vardı. İsim misim önceden seçilmez. Çocuk doğar, hoca çağrılır, bebeğin kulağına ezan-ı Muhammedî okunur, sonra ismi konurdu. Zaman azdı, kıyamet mi yaklaştı, ne? Töreler elden gitti, gider.
      Seccadesini yaydı, şükür namazına durdu. Durdu ya, düşünceler yakasını bırakmadı. “Hiç olmazsa.” diye geçirdi. “Oğlum bana sormalı, gelinim danışmalıydı. Gönlümü almalı, konmasını istediğimiz bir isim kararlaştırmış mıydın demeliydiler. Ah, yiğidimin arkasına kalmasaydım, ah!”
      Hâzım Dümenci, önündeki dönemeci dönerken, sağ elinin ayasıyla direksiyona hızla vurdu, bir arabayı solladı, geçti. Söylendi:
      - Ah ulan, İstanbul! Bir oğlum olsaydı, görecektin şamatayı.
      Hastanede gerekli kâğıtlar hazırlandı. Hâzım Dümenci, Dilârâ ve Bircan, nice yıllarını birlikte geçirecekleri konaklarına döndüler. Daha ilk günden Bircan’a, sütana tutuldu. Doktorunun ve Sabriye Hanım’ın itirazları bir sonuç vermedi. Dilârâ dayattı.
      - Sonra, dedi, ölçülerim bozulur, dişiliğim anlamsızlaşır, gösterişim kaybolur.
      Sabriye Hanım atıldı.
      - Ya analık? Analık ne olacak? Kızına, analık yapmayacak mısın?
      Dilârâ, sözün altında kalmadı.
      - Aman anne! Sen, kendi işine bak. Biz, bu işi mektebinde öğrendik. Ayrıca senin aklına ihtiyacım yok.
      Hâzım Dümenci, sadece dinledi. Zaten o, her zaman öyle yapardı. Bu yüzden kaybettiği davaların bile haddi, hesabı yoktu. Fakat ne önemi var, değil mi? Onda bu tevazu, bu sakinlik varken, daha ne davalar alır, kaybeder, kazanırdı.
      Sonrası, gelsin paralar, çalsın sazlar, oynasın kızlar! Nasıl olsa Hâzım Dümenci, gemisini karada da yüzdürürdü.
      Davetliler, birer ikişer geldiler. Konağın ışıklı, büyük salonunu doldurdular. Amerikan bardan dağıtılan içkilerini yudumladılar. Saza, caza kulak kabarttılar, danstan dansa geçtiler. Sabaha kadar eğlendiler, Bircan’ın aralarına katılmış olmasını kutladılar.
      Sonra konak boşaldı. Geride bir yığın mezbele, yamulan, kırılan gümüş çatal-bıçaklar, kristal tabaklar, yarı dolu kadehler, aslanlı yolun sağında, solunda ezilen, çiğnenen, yaprağını, dalını budağını döken çiçekler kaldı. Salonda ağır bir hava ve durmaksızın, soluk almamacasına ağlayarak sabahı eden Bircan.
      Ertesi gün, günün ilerleyen saatlerinde ancak uyanabilen Hâzım Dümenci, davetin hesabını, kitabını çıkardı. Gerçi ağır bir fatura ödeyecekti ama davet dümeniyle yeni dostlarla tanışmış, çeşitli konulardaki fikirlerini onlara açmıştı. Hele bir konuda genç savcı yardımcısına nasıl çıkışmıştı.
      Genç savcı yardımcısı da üstelemedi. Fakat lâf lâfı açınca, daldan dala konuşmalar başlayınca, Hâzım Dümenci’ye sormadan geçemedi.
      - Ya aşk? Ya sevgi? Bu konuda ne düşünüyorsunuz, üstâdım?
      Hâzım Dümenci, zorlandı. Yardımına, karısı Dilârâ yetişti. Soruyu karşıladı.
      - Aşkta olsun, sevgide olsun; iki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş. Bunu herkes biliyor ve zamanımızda uyguluyor.
      - Ne gibi?
      - Mesela bir Fransız, bir İspanyol’u veya bir İngiliz’i sevebiliyor. Bu konuda dil de, din de önemli değil. Tek başına gözler bile, kalpten kalbe giden yolu bulabilirler.
      Dilârâ konuştukça, başta genç savcı yardımcısı olmak üzere, bazılarının kaşları çatıldı, bazılarının dudakları hatlaştı. Öfkenin ağır yükünü taşıyamadıklarından mıdır, nedir, birbirinin üstüne yıkılıp, çizgileştiler. Birçokları da, söylenenleri, yapılanları kendisine yediren, içine sindirebilen Hâzım Dümenci'yle birlikte, gerçekten Dilârâ’yı alkışladılar, Amerikan Koleji’nde okumuş olmanın etiketini taşıyan aklına, bilgisine, görgüsüne ve çağdaşlığına hayran kaldılar.
      Böyle bir sonuca ulaşmak, budalalara görgü dersi vermiş olmak, karısı ve Hâzım Dümenci için, az şey midir?
      Hâzım Dümenci’yi, sabrını yenemeyen Sabriye Hanım, daldığı uçsuz bucaksız hayal dünyasından çekip aldı.
      - Öldüm, bittim oğul. Hizmetçilerden geçtim, artık bana da acımıyorsun. Bunca şamataya ne can, ne para pul dayanır. Tepin ha, tepin! Ye, iç, zıkkımlan! Yakışığı var mı?
      - Aman, Büyük Hanım! Rahat bırak beni.
      - Şuna bak! Kaç zamandır, ana demeye bile dili varmıyor. Nur içinde yatsın. Babanla ben, seni, böyle yapasın, çizgiden dışarı çıkasın diye okutmadık.
      - Hay, okutmaz olaydınız!
      Hâzım Dümenci, sinirlendi. Ağzından kaçırdığı son sözüyle birlikte, kıpkırmızı kesildi. Artık ok, yaydan çıkmış, taş hedefini bulmuştu. Geri dönemezdi. Dönmedi. Sabriye Hanım’ın gözlerinde, yol yol yaşlar. Sanki yeni budanmış asma gibi, özsuyunu boşaltıyor. Gözyaşlarının acısını yüreğinde duyuyor.
      Hava karardı, kurşun gibi ağırlaştı. Ana ile oğlun gönlüne, bıraksalar, ortalığı yakıp yıkacak, önüne çıkanı alıp götürecek kinlerin, öfkelerin kara bulutları, amansız fırtınaları çöreklendi. Her ikisi, sondan söyleyecekleri sözleri, ilkten diyebilmek için hazırlığa giriştiler. Sustular. Etrafta, az sonra lav kusmaya başlayacak olan bir yanardağ sessizliği vardı.
      Bu sessizliği, Bircan’ın ağlaması sildi. Sütana koştu, ikinci kata, bebek odasına çıktı. Dilârâ, bugidili saçlarıyla içeri girdi. Ağzında bir çiğnem sakız, yanakları pudralı. Arkasında bir gölge. Manikürcü veya hizmetçi olmalı.
      Bir çiğnem sakız, balon oldu, patladı.
      - Hayatım, dedi, böyle giderse, partiye geç kalacağız. Oturmuş, kumrular gibi gevezelik edeceğine, çık yukarı, hazırlan!
      Hâzım Dümenci:
      - Peki! dedi.
      Yukarı çıktı.
      Sabriye Hanım, arkasından seslendi.
      - Bak, Hâzım Beyoğlum! Şunu kafana sok. Giden yol alır, duran kalır. Hem, darılma cahilin kötü sözüne. Bilse, iyisini söyler.
      - Ne var? Ne oldu anne?
      - Yok bir şey! Hadi sen de tak, takıştır. Kocanı bekletme. Varın, gönlünüzce eğlenin.
      - O ne demek, o?
      - Olacağı bu! Kalbura basan, kasnağını ayağına yer.
      - Maşallah anne! Ateş gibisin.
      - Sen de kızım, sen de! Hadi bekletme kocanı. Var git!
      Hâzım Dümenci’yle Dilârâ, iki dirhem, bir çekirdek, gittiler.
      Bircan, ağlaya sızlaya, güle oynaya serpildi, konuşmaya, yürümeye başladı. Okul çağına geldi. Özel Ana Okulu’nu bitirir bitirmez, semt ilkokuluna verildi. Yıllar, yılları kovaladı. Özel dersler, özel öğretmenler derken, Amerikan Koleji’ni de bitirdi.
      Artık, tatlı bir kız olmuş, yeşile çalan gözleri, uzun, siyah saçları, kalem kaşları, çağdaş giyimiyle bütün arkadaşlarını bastırmıştı. Herkesle kolayca anlaşıp, kaynaşmasına rağmen, nedense babası ve annesiyle arası, şekerrenkti. Onlara yaklaştıkça, berikiler, sanki ondan uzaklaşıyorlardı. Dilârâ’nın bencilliği yüzünden de, ne bir kız, ne bir erkek kardeşe sahip olmuştu. Yüreğinde çeşitli özlemler yanıp tutuşuyor, fakat o, aradığı şefkati, hemen hiç kimsede bulamıyordu.
      Nedense, artık iyice yaşlanan, kulakları ağır duymaya başlayan, gözlerinin feri sönen Sabriye Hanım da, torunu Bircan’la anlaşamıyordu. Bircan, aldığı modern terbiye gereği olacak, onun inançlarına boş veriyor, zaman zaman küçümsüyor, sımsıkı sarıldığı yeni kelimeler sayesinde de konuşma köprülerini havaya uçuruyordu.
      Bütün bunların yanında, içinde doğup büyüdüğü güzelim konak, devri geçtiğinden, sıcaklığını kaybetmişti. Daha çok Dilârâ’nın dürtmesiyle, konağın yıkılması fikrine Hâzım Dümenci de katıldı. Plânlar hazırlandı. Yıkım öncesi, kiralık bir daireye çıkıldı. Fakat Sabriye Hanım, son ana kadar, konaktan ayrılmadı. Hem üzüldü, hem ağladı. Gelen yıkımcılara karşı durdu, göğsünü siper etti. İşçiler, Hâzım Dümenci’ye haber verdiler, ondan yardımını istediler. O da, araya Bircan’ı soktu.
      Bircan önde, baba arkada, koşup geldiler. Bircan, işçileri yardı, öne çıktı. Ellerini, beline koydu. Bakışlarını Sabriye Hanım’a dikti. Söylendi.
      - Aşk olsun büyükanne! Nedir bu yaptığın? Ne istiyorsun?
      - Doğru olanı yapıyorum.
      - Neymiş o?
      - Bu konağı yıktırmam.
      - Neden?
      - Onda, rahmetlinin göz nuru var. Onunla şurada otururduk. Sizler doğmadan, sizi düşünürdük. Hem ben, bu konağa gelin geldim. Bunca hatırayı kor, nereye giderim. Hadi git yavrum. Beni, kaderimle bırak, olur mu?
      - Olmaz!
      - Niçin? 
      - Niçini yok bu işin… Nazlanma lütfen! Eskiler, kibar olurdu, bilirim. Yoksa sen, onlardan değil misin?
      Sabriye Hanım irkildi. Gözlerini iri iri açtı. Ellerini iki yanına vurdu, dövündü. Kibarlık damarı tuttu, inadı söndü.
      - Araba burada mı Hâzım? dedi. 
      - Evet! dediler.
      Ana, oğul, torun yukarı çıktılar. Ufak tefek eşyalarla birlikte aşağı indiler, arabaya yerleştiler.
      Araba, yola düştü. Konağa ilk kazma vuruldu. Binlerce hatıra, canhıraş, sağa sola uçuştu.
      Yeni evde hüzün ve neşe, birbirine karıştı. Sabriye Hanım sessizleşti. Bircan, Amerika’da bir üniversite imtihanını kazanmış olmanın verdiği gururla, o umuttan, bu umuda yelken açıyor. Dilârâ, yeni eşya derdinde. Hâzım Dümenci, nedense biraz düşünceli. Biricik kızı Bircan’ı, birkaç güne kalmaz, yola çıkacak, tek başına, bilinmez bir dünyaya uçacaktı. Kendisi, onunla gidemezdi. Karısı, öldür Allah, gitmezdi. Hoş, Bircan akıllı, zoru başaran, tuttuğunu koparan bir genç kızdı. Yalnız da olsa, yeni dünyaya gider, okur, dönerdi değil mi?
      Alana telefon edildi, gidiş bileti ısmarlandı. Pasaport şubesine başvuruldu, hazırlıklar tamamlandı. Bircan’ın kazanması öne sürüldü, parti verildi. Yenildi, içildi, eğlenildi. Bircan’ın başarısı övüldü.
      Daha sonra kemerler bağlandı, uçak havalandı. Bircan’ın kulağında, Sabriye Hanım’ın son öğüdü çınlıyor.
      - “Kızım, yaban elde, eline, beline, diline sahip çık! Kendini, benliğini, töremizi unutma. Var, güle güle git, sağlıcakla dön, e mi?”
      - “Elbette, büyükanne!”
      Yeni dünyada Bircan, ilk günlerin verdiği telâşı yendi. Çevresiyle çeşitli ilişkiler kurdu. Bazı şeylere hayranlık duyarken, bazılarını ne kadar uğraşsa da anlayamadı. Kendisine öğretilen kitaplarda yazılı bilgilerden şüphelenmeye başladı. Herhalde kitaplar, hayatın kendisini değil, geçici gölgesini anlatıyordu. Hürriyet Abidesi, yeni dünyanın ufuklarında yükseliyordu ama yer yer görülen, bazen büyük tehlikeler yaratan zenci-beyaz çatışmaları, bütün ülke insanlarını saran genel sevgisizlik, giderek her kesimde kendisini belli eden soğukluk, arada bir parlayan kibir ve gurur da neyin nesiydi?
      Bircan, bu uygar insanları oldukları gibi kabul etmeye çalıştı. Zaman zaman şaşırsa bile, böyle davranmaya, var gücüyle kendisini zorladı. Yarım yamalak kültürünün verdiği yetkiye dayanarak, ülkemizin insanlarını onlara tanıttı.
      Fakat yaşadığı ilgi çekici bir olay, garibine gitti. Yeni dünyayı, her şeyiyle geride bırakmasına yetti.
      Kızlı erkekli arkadaşlar topluluğuyla birlikte, okyanus kıyılarında, kayık sefasına çıkmışlardı. Gülüp eğleniyorlar, her dilden şarkılar söylüyorlar, hareketleri arttıkça, kayıklarının sağından solundan atlayıp, denize dalıyorlardı.
      Üstlerine doğru, oldukça gösterişli bir motorlu kayık yanaşmaya başladı. Hafif rüzgâr, şiddetini arttırdı. Motorludaki orta yaşlı bir bayan, başındaki hasır şapkasını güçlükle korumaya uğraşıyordu. Nasıl oldu bilinmez, orta yaşlı bayan, şapkasını elinden kaçırdı. Hasır şapka, dalgalara uyarak bir o yana, bir bu yana gelip gidiyordu. Kayıktakiler için yeni bir oyun çıkmıştı. Herkes, belki de kendisini gösterme duygusunu bastıramadıklarından olacak, şapkaya doğru kulaç atmaya başladılar.
      Yarışı, Bircan kazandı. Dalgalarla oynaşan şapkaya, herkesten önce ulaşan Bircan, onu yakaladı, motora yaklaştı. Bu sırada dalgalar yükseldi. Bircan, dengesini kaybetti. Elinde şapka, denizin dibine daldı. Nefesini zor tuttu. Durumunu ayarladı, yukarı çıktı. Arkadaşları, Bircan’ı kutladılar, bağırdılar, çağırdılar, alkışladılar.
      Orta yaşlı bayan ve yanındakiler, sonucu merak ettiklerinden, motorun hızını kestiler. Bircan, hırpalanan, gölgeliği tasından ayrılan hasır şapkayı, orta yaşlı bayana uzattı. Hiç değilse bile, teşekkürü hak ettiğini düşündü. Beriki tınmadı. Aldığı şapkayı, motorun uzağına doğru fırlattı.
      - Yavrum, dedi, bir şapka için onca tehlikeyi göze alman gerekmezdi. Zaten o, pek öyle değerli bir şey de değildi. Rasgele başımdan uçmasaydı, az sonra ben, onu atacaktım.
      Islak saçlarının suyunu, elleriyle bastırarak akıtan Bircan, yuttuğu tuzları tükürdü.
      - Demek atacaktınız, ha? dedi.
      Döndü. 
      Bu dönüş, onu fazlasıyla etkiledi. Yakışıklı bir delikanlının teklifine, hayır diyemedi. Tanışmaydı, kutlamaydı derken, zenci Teddi’ye sırılsıklam tutuldu. Dostlukları arttı. Bir gün çizgiyi aştılar, birbirlerinin oldular.
      Bircan, ailesinin kendilerine göstereceği hoşgörüden emin, Teddi’yi koluna taktı, nikâh işlerini bitirmek için İstanbul’a getirdi. Eski konağın yerinde biten apartmanı görünce, çarpıldı. O eski, tanıdık neşe gitmiş, güzelim konak, kara, sıkıcı bir beton yığınına yenik düşmüştü. Bahçenin yerinde yeller esiyor, aslanlı yol yok olmuş. Çevrede ne bir çiçek, ne bir ağaç vardı. Bütün pencerelerde koyu, kalın perdeler. Çıkmalar, tentelerle kapatılmış. Koca apartman, cansız bir külçe gibi yükseliyor, yükseliyor.
      Evdekiler, çalan zile heyecanla koştular. Hâzım Dümenci’yle Dilârâ, Bircan’larını bağırlarına bastılar. Fakat kara delikanlıya soğuk davrandılar. Bircan keyifsiz! Eksikliği fark edince, yüreğindeki endişeleri dağıtmak, biraz da babaannesine sığınmak için sordu.
      - Babacığım, dedi, büyükannem görünmüyor, nerede?
      Hâzım Dümenci;
      - Onu, dedi, toprağa verdik.
      Bircan’ın yüreği kabardı. Yeşile çalan gözlerinden, iki damla yaş süzüldü. Teddi uzandı, onun gözyaşlarını sildi. Tuttu, yanağından öptü.
      Dilârâ hırçın, baba kızgın. Kızlarına çıkıştılar:
      - Ne demek oluyor bu, Bircan?
      - Yakında Teddi ile evleniyorum.
      Hâzım Dümenci, boş bulundu.
      - Ya, öyle mi? dedi.
      Dilârâ “olmaz”ı bastı.
      Teddi, gördüğü heyecanı yanlış anlamış olmalı, gülüyor. Teşekkür etmek için Hâzım Dümenci ile Dilârâ’nın ellerine sarılıyor.
      Her ikisi de, sanki anlaşmış gibi, ellerini Teddi’den kaçırdılar, sakladılar. Bu defa şaşalayan, apışıp kalan Teddi oldu. Dilârâ’yı hafakanlar bastı, bayıldı. Hâzım Dümenci, kolonya aradı. Bircan, Teddi’yi tuttu, balkona çıkardı. Ona, olanı, biteni anlattı. Teddi, öfke dolu. Hemen bu evden çıkmak, başını alıp gitmek istiyordu.
      Bircan, onu teselliye çalıştı.
      - Üzülmene gerek yok, Ted! Bizde güzel bir söz var: Bıçak, kendi sapını yontmaz. Şimdi kızdılar ya, aldırma! Ben, az sonra gider, konuşur, onları yumuşatırım. Üzülme e mi?
      Beriki;
      - Olur! Üzülmem! dedi.
      Fakat her halinden fırsat kolladığı belliydi. Düşündü. İlk tanıştıklarında Bircan, şimdi içinde yaşadığı azabı, ne kadar özlü bir sözle Teddi’ye söylemişti.
      - “Anlayanla taş taşı, anlamayanla bal yeme.”
      Dilârâ ayıldı, Bircan’ı çağırdı. Ana, kız baş başa verip, konuştular. Dilârâ, yeniden “olmaz”ı bastı. Hâzım Dümenci, Teddi’nin gidişine aldırmadı.
      Teddi, anadiliyle söylendi.
      - Sizinle, dedi, bal bile olsa, yemem!
      Bircan’da şafak attı. Telâştan ne yapacağını şaşırdı. Aklı başına gelince, Teddi’nin arkasından koştu. Aradı, aradı.
      Teddi, hiçbir yerde yoktu.
      Teddi, çekip gitmişti.
      Bircan, omuzlarında utancının ağırlığı, karnında Teddi’den bir can olduğu halde, eve döndü. Hiç kimseyle konuşmadı. Kendisine gösterilen, balkonlu odaya geçti. Uzun uzun düşündü, ağladı. Hesap, kitap etti. Kurtuluş için kararını verdi. İçine doğan ani ilhâmla, balkona koştu, aşağıdaki derin boşluğa, gözünü bile kırpmadan, öylece kendini bırakıverdi.
      Apartmanda ağlayışlar, dövünmeler. Toprağa verilen telli duvaklı Bircan. Zavallı kız! Merak ediyorum, neyin, kimin günahını yüklendin? “At tırnaktan, insan kulaktan kapar.”mış. Sen de öyle yaptın, kazancın oldu mu?
      Şafaklar değiştikçe, acılar bitti!
      Fakat annenle baban, hemen her gün, çekişiyorlar. Kendi ismini, kendi kişiliğinde yaşatan Dilârâ, babana dil döküyor.
      - Söyle, diyor, bir bebek istiyor musun?
      Hâzım Dümenci, bu defa yeni bir oyuna düşmekten korktuğundan ve seni unutamadığından olmalı, “hayır”ı kuvvetlice basıyor, ekliyor:
      - Keşke, diyor, “Dağlar kadar kamburu olsaydı da, bizimle beraber olsaydı.” Bircan, Teddi’yle yaşasaydı, sence ne fark ederdi, söyler misin?

      Bağarası, 24 Temmuz 1983

Makaleni beğendinizmi? Sosyal medyada takip edin!

Küfür, hakaret, rencide edici ve büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmayacaktır.

Sakura

San Francisco temelli bir firmanın tavuk tüyünden laboratuarda yetiştirdiği tavuk eti

Editörün Seçimi