Dünyanın Önde Gelen Haberleri ve Ansiklopedisi
Slimfit
  1. EDEBİYAT

Oyhan Hasan Bıldırki - Hikayecinin Park Günlüğü

Oyhan Hasan Bıldırki - Hikayecinin Park Günlüğü
Sakura

Oyhan Hasan Bıldırki - Hikayecinin Park Günlüğü

      25.03.1988
      Dev blokların arasında sıkışıp kalan, üç beş ukalüptüs ağacının yarım yamalak gölgelediği çocuk parkı, bütün kış ağladı… Yağmurlu, çamurlu soğuk kış günleri, birdenbire ortaya çıkıveren, insanı, az da olsa yakan şu ilkbahar güneşiyle birlikte, bitti. Bütün kış, çocuk şamatalarının özlemini çeken küçük park, bugün yeniden neşelendi, canlandı, şenlendi. Kızlı erkekli yüzlerce çocuk, parkı doldurdular. Kum havuzlarına ve ağaç gölgelerine iltifat etmediler. Salıncakları paylaşanların yanında, kaydıraktan kayanların sayısı hiç de az değildi. Tahtıravallide sıra bulmak ne mümkün! “Güm! Güm!” dövülen top seslerini, salıncakta dengesini kaybedenlerle, kaydırakta yanlış pike yapanların çığlıkları bastırıyor. Bütün gün devam eden bu sesler, akşama kadar sürdü gitti. Akşam alacasıyla birlikte ortaya çıkan sütçünün zaman zaman parlayan tek düze sesi duyuldu:
      - Süt var! Süüt!
      Bu ses, balkonlardan kadın erkek, birtakım başların aşağıya uzanmasına, alacakları süt için sipariş vermelerine yetti. Bu defa da ortalığa süt güğümlerinin çıkardığı madenî sesler dökülüyor.
      Az sonra güneş, birdenbire sivri, mor dağların ardına çekildi. Parkta sesler tükendi. Buna rağmen karanlıkla birlikte bazı sesler, tek tük yanıp söndü:
      - Murat! Gel içeri!
      - Anneciğim, bir dakika!
      - Baban kızıyor. Durma, gel içeri.
      - Azıcık daha sallanayım.
      - Olmaz! Vakit geç oldu. Çabuk gel içeri.
      - Ne olur?
      - Israr etme. Çabuk ol!
      - Olur!
      Belki karanlıktan, belki babasının hışmından korkan, çekinen Murat’la beraber, geciken üç beş ele avuca sığmaz daha, parktaki oyuncakları bıraktılar. Nefes nefese evlerine döndüler.
      Bu dönüşle birlikte, parkta, bütün sesler kesildi. Sütçünün sesi de çok uzaklardan duyulmaya başladı. Sokak lâmbaları kör kör yandı. Az sonra karanlıkla aydınlık, bu iki zıt kardeş, birbirleriyle yarışmaya giriştiler. Karanlık arttıkça, aydınlık da çoğaldı. Bütün sokak lâmbaları hemen her yerde seçilir oldu.
      Yalnız Özlem ile annesi bu dönüşten, karanlık ve aydınlıktan hiç etkilenmeden, park ağzındaki yıkık, kaldırıma bitişik duvarda oturuyorlar. Başındaki eşarbını çenesinin altından bağlayan, nereden bulup buluşturduğu belli olmayan, kirli, sırtına bol gelen, kollarından, eteklerinden dökülen kahverengi paltosunun yakasını bir eliyle kapatmak için çekiştiren Zehra Kadın, diğer eliyle de, biricik kızı Özlem’i, durmadan parka doğru atılan, oyuncaklara binmek amacıyla direnen Özlem’i, kuşağından tutuyor. 
      Çare yok! Özlem direniyor.
      Zehra Kadın, her zamanki gibi geceyi bir kuytuda geçirebilmenin umudunu kurarken, Özlem, bir oyuncağa tutunabilmenin, onlardan birine herkes gibi binebilmenin hasretini yaşıyor.
      Bu durum bütün gece, Özlem’in uykusu gelene kadar devam etti. Gecenin ilerlemiş bir saatinde Zehra Kadın, yanında taşıdığı siyah çantasından çıkardığı bir kilim parçasın yanı başına, kaldırım betonunun üstüne serdi. Uyuyan Özlem’i yatırdı. Kaldırımı döven ayak seslerine aldırmadan, kızının yanına kendisi de uzandı.
      Parkın ordan geçenler kâh üzgün, kâh kızgın, kâh acıyan veya öfke kusan bakışlarla, kaldırımı yağmalayan ana kıza baktılar.
      Bütün gece, yalnızca baktılar.

      BİR BAŞKA TAKVİMDE AYNI GÜN
      Onları, şehrin en güzel yerinde kurulu olan, binlerce çiçeğin boy attığı, yüzlerce ağacın birbiriyle yarıştığı büyük parkta tanı-
dım. Geldiler, bir ağacın altındaki banklardan birine oturdular.
      Az konuştular, kalkıp gittiler.
      Baktım, geride bir defter bırakmışlar. Arkalarından koştum, yetişemedim. Önce, gizli dünyalarına girmek istemedim.
      Ya sonra?
      “Toprak ne güzel kokuyor, böyle? Dağlar yeşile bürünmüş, kırmızı güller çatlıyor, papatyalar henüz tomurcuktur! Çiftçi bir güzel yarıyor toprağı, sularda bir coşkunluk, gökler hep mavi… Her şey güzel velhasıl, yaşamak ne tatlı!
      Her gün yeni bir ümit doğuyor içime. Edebiyata delice aşık bir genç kızla tanışıyorum. Saçlarında güzelim papatyalar var. O ne? Gözlerime inanamıyorum, papatyalar açmış işte! Artık yalnız değilim…
      Yeşile tutkunluğum başladı bu ara. Papatyalar ne güzel! İçimde o, ruhumdaki bitmeyen senfoni. Her yeni doğan gün de onu muştular gibi. Onu seviyorum.
      Şiirlerim onunla güzel. Onunla bir düzen geldi dünyama. Yaşadığıma onunla daha bir inandım.
      Mutsuzlar diye, bir gruplaşma oldu aramızda. Garip’i, Yalnız Adam’ı, İsimsiz’i, İlk Düşen Ak’ı, velhasıl, seviyorum onu. Saçlarına papatyalar takıyor. Yaşamak dolu baştan başa. Sanki her şey onunla başlıyor, onunla bitecek. Onunla olmak ne güzel!..
      Şiirler, hatıralar yazıyoruz “mutsuzlar” adına. Hikâyelerimde o, şarkımda o. Henüz ona açılmanın zamanı değil. Onu daha çok anlamak istiyorum. Bazen dalıyor nedense? Çok uzaklara gidiyor.
      Kim bilir? Belki… birini seviyor!
      Yoo, hayır!
      Bu ihtimali düşünmek istemiyorum.
      İlkbahar mevsimindeyiz, şimdi… Tabiat, çiçek çiçek! Kaygılardan azade, kırmızı güller içinden, papatyalara koşuyorum. Gönül evim onunla aydınlandı, ona inanıyorum.
      Beni anlasın istiyorum, herkesten çok!
      Onu seviyorum, işte buldum onu. Ama çaresizlikler içindeyim! Neden elleri ellerimde değil, neden gözleri gözlerimden ırak, neden şarkılarımın sonunda o gelmiyor? Anladım, onu sevmek güç.
      Çok güç!
      Tanrı’m… içimdeki bu sevgiyi söndürme. Öyle bir aşk ver ki gönlüme, gözlerim ondan gayrisini görmesin, ellerim yalnız ona yazsın en güzel şiirlerini.
      Onu çok, hem pek çok seviyorum.”

      3.04.1988
      Resmiyeti, yeniden yapılan düzenleme sonunda, biraz olsun azalan, bu defa insana korkudan ziyade güven veren, Emniyet Amiri’nin odasında, hükümetin ileri gelenleri, tesadüfen bir araya geldiler. Nedense konu, dönüp dolaşıp, Özlem ve Zehra Kadın’ın durumuna getirildi.
      Çiçeği burnunda, genç Emniyet Amiri, şişkin gözlerini kırpıştıra kırpıştıra konuştu.
      - Benim üzüntüm de sonsuz. Fakat kanunen bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Öyle değil mi, müdür bey?
      Kalın, gür bıyıklarını, ak düşen saçlarına rağmen daima boyatan, bunu hiçbir zaman saklamayan ve böyle olmasıyla gururlanan, sözün ucu kendisine değdiği için gömüldüğü koltuktan doğrulan Yazı İşleri Müdürü;
      - Şimdilik öyle görünüyor, dedi. Konu sarpa sarıyor, gelip bir çıkmazda düğümleniyor.
      Dışarıda, aniden çıkan rüzgâr, hafif aralık duran pencereden içeriye doldu. Esinti ile birlikte, sütbeyaz tül perde yerinden kımıldadı, uçtu, yazı işleri müdürünün boynuna dolandı. Müdür, ilkin bütün haşmetiyle gelip boynuna dolanan tül perde ile uğraşmadı. Besbelli, daha sonra perde geriye gidecek, tekrar eski yerine dönecekti. Fakat, nafile! İnatçı perde, bir türlü yerine gitmiyor. Onu, düştüğü bu güç durumdan, tıknaz, orta boylu, hafif esmer tenli olan millî eğitim müdürü kurtardı. Bir taraftan, rüzgârın estiği yönde uçuşuna devam eden tül perdeyi yakalayıp bir elinde toplamaya çalışırken, diğer eliyle de, açık pencere kanadını kapatmaya uğraştı.
      Pencere kapandıktan sonra da;
      - Ağabey, şu meşhur bıçağını çıkarmadın, ya? dedi.
      Sonra döndü, pür dikkat gözleriyle salonu dolduranları taradı. Hazır bulunanların tamamının da bildiği, eşkıyalık zamanında geçtiği anlatılan, trene bıçak çekme hikâyesini yeniden deşti.
      Yüksek sesle gülen, güldükçe daha da çirkinleşen Yazı İşleri Müdürü;
      - Ulan, müdür! dedi. Kim bilir kaçıncı keredir bana hikâyeyi anlattırıyorsun. Seni değil, bu arkadaşları kıramayacağım için, yine de anlatacağım. Ne var ki bu hikâye ile, dedem hariç, yani onun dışında, benim hiçbir ilgim, ilişiğim yok.
      - Kıvırma. Anlat, anlat!
      - Bu kadar nazlı olma.
      - Yahu, bırakın adamı kendi hâline.
      - Pişmiş aşa, su katmayın.
      Yazı işleri müdürü keyiflendikçe keyiflendi. Bu kadar ısrarın, bu kadar nazın hakkını vermeliydi. Öksürdü. Kuruyan boğazını açtı.
      - Efendiler! dedi. Az önce de söyledim. Hikâye ile benim hiçbir ilgim, ilişiğim yok. Olay, nur içinde yatsın, rahmetli dedemin başından geçmiş. Çocukluğumda başkalarından duymuş, kendisine de doğrulatmıştım. Devir, efelik, yiğitlik devri. Ali kıran, baş kesen devri. Ahır ömründe ilk defa İzmir’i gören dedem, bu işin zevkini çıkarmak için, girip çıktığı bütün meyhanelerde iyice sarhoş olana kadar, içmiş. Bakmış, hâlinde bir fenalık, bir ağırlık var. Kalkmış, istasyona gitmiş. Sarhoşluk bu ya, sıkışmış adam, önüne insandır, hayvandır, ne, kim çıktıysa, efelik damarı kabardıkça, meydan okumuş. Yıldırmadık, bezdirmedik bir nesne de bırakmamış. Ama şu kara kuru, oflayıp, puflayan koca yiğit, ne lâftan anlamaz şeymiş? Üstelik yerinde duramıyor, dedemin üstüne üstüne geliyormuş.
      - Eee, gerisi?
      - Gerisi?
      - Gerisi, ya!
      - Kara trene çekilen bıçak ve kesilen bacak. Ne olacak?
      “Ne olacak?” sorusuyla birlikte, tekrar konuya döndüler. Yapılabilecek, tutulabilecek olanı araştırdılar.
      Öldür Allah, kendine bırakılırsa Zehra Kadın, biricik varlığı, hayattaki tek desteği kızı Özlem’i, ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar, kapıp koyup bir başkasına, bile bile vermezdi.
      Düğümü, müzmin sinüzütünün verdiği alışkanlıktan olacak, daima cazır cuzur bir sesle konuşan şehla gözlü savcı, çözdü.
      - Konu, hepimizce ayan beyan biliniyor. Lâfı uzatıp sakız etmeye, ya da çaresizliğimize kızıp kemikleştirmeye de hiç lüzum yok. Amir bey, bir tedbir düşünsün. Adamlarıyla da tertibat alsın, Özlem’i kaçıralım. Anası, kızı kayboldu sansın. Birkaç gün ağlasın, yansın! Ne dersiniz?
      Herkes, son çareyi yerinde görmüş olmalı, beğendiklerinden, sustular.
      Savcı durmadı, söyledi.
      - Hem böylece, yıllar sonra karşımıza gelecek olan, bütün gazetelerde okuyacağımız bir felâketi de önlemiş oluruz. Bildiğiniz gibi, her yolu denedik. Deli karı ya, fakat o da ana yüreği taşıyor ki yavrusunu yuvaya emanet etmiyor. Ana şahan gibi, yavrusuna kapanıyor, bırakmıyor.
            Yazı İşleri Müdürü kalın, yeni boyalı bıyıklarını parmak uçlarıyla sıvazladı. Burnunun ucunu kaşıdı. Savcıyı destekledi.
      - Geldiniz mi, sözüme? dedi. Deminden beri dilimde tüy bitti. Bir türlü anlatamadım. Demem o ki çaresizlik, cesaretle birleşince, adama, trene bile bıçak çektirir.
      - Öyle, öyle! dediler.
      Varılan kararı uygulamak, düşünceden iş hâline getirmek için dağıldılar.

      O TAKVİMDE YİNE AYNI GÜN
      “Oh, meleğim!..
      İşte şarkımız yine başladı, duyuyor musun? Ama n’olursun, çocuk için, bir daha üzmeyelim birbirimizi. Sensiz beni düşünemiyorum. Sensiz, her şey kararıyor gözümde. Benim kalbim tümüyle aldı seni, içine. Öylesine bir yerleştin ki; elinde değil, gidemezsin.
      N’olur bana inan sevgilim, şayet mutlu olmamı istiyorsan. Senden gayrı bir teorem tanımadığımı, tanımayacağımı kaçıncı defa söyledim sana? Varsa yoksa, yalnız sen olacaksın inandığım gerçek! Sensiz bir yarın düşünemiyorum ben. Yarınlara el ele gidersek, mutlu olabiliriz. Ama el ele, üçümüz gidersek…
      Şöhret bir saman alevi gibidir, mutlaka sönmeye mahkûm. Şöhreti arzulayışım, bir hırs değil bende. Yalnız ne var ki, Sezar’ın hakkını, Sezar’a vermeliler. Benim için şöhret, yalnız seninle olmaktır. Her çabam, seni kazanmak için olacaktır. Ama bundan bir şöhret doğarsa, bana ne? Yeter ki sen ol benimle, gerisi vız gelir.
      Yok, bana güvencin yoksa, şimdiden git! En amansız saatlerimde vurma beni. Sensizliği çekemezsem, bir Çarşamba alır götürür beni. Ama n’olursun, hep seninle olacağım de, seni yalnız bırakmayacağım bu hayat selinde, de! N’olursun bir şeyler, de! Ayrılıktan söz etmeden, acı şeyler düşünmeden. Öyle uzak değilim sana, düşündüğün gibi. Ellerindeyim, saçlarındayım, gözlerindeyim.
      Sensiz kutsal yeşil bir oda düşünemiyorum. İnan bana, bu sözlerimde çok samimiyim. Tersini düşünmem, çıldırmam demek olur. N’olursun meleğim, yaşama gücümü yitirmeme mani ol. Sensiz beni nideyim? Hadi ver ellerini bana, gözlerin gözlerimde olsun daima, bir ömür boyu!
      Mutluluğum seninle başladı, sensizliğimle biter. Yarın beraber olmayacaksak, bu birbirimizi aldatışımız niye? Birbirimizi seviyoruz, deliler gibi, ama neden inanmıyoruz sevgimize? Aramızdaki hayâl değil, gerçeğin ta kendisi. Öyle olmasaydı, Şehzade-Melek gerçeği doğar mıydı, ha? Yarın seninle beraber olmayacaksam, yarım ekmeğin yarısını da, seninle bölüşmeyeceksem, neden bu direnişim?
      Hadi, meleğim… Seninle olacağım, de! Kızımızın, gözleri de bana benzeyecekti hani? annesi olacağım, de! Ümitlerimizi hep paylaşacağız, göreceksin değil mi? İyiye ve güzele beraber gideceğiz, dudağımızda bizim şarkımız, ellerimizde papatyalar.
      N’olursan ol, ister cennet, ister cehennem, kabulümsün! Senin için yandım, daha asırlarca yansam ne çıkar? Ama beni üzme bir daha. Yarınlara arzu doluysam, senin yüzünden, seninle olacağım diye! Karanlık veya aydınlığa kavuşmam elinde. 
      Seninle olmak veya sensiz yaşamamak!
      İşte, hayatta tanıdığım tek gerçek!”

      5.06.1988
      Şehir, bomboş! Hava, oldukça sıcak! Şehrin meydan meydan, cadde cadde, bütün sokaklarında, cümle parklarında hiçbir canlı kımıldamıyor. Hemen herkes, bütün hafta boyunca biriktirdikleri yorgunlarını gidermek için olmalı, şehri geride bırakıp, yazlığa veya denize gitmişler. Ortasındaki tarhı, açan binlerce allı morlu, beyaz sarı, yeşil pembe çiçeklerin süslediği ana caddenin iki yanında bulunan, henüz fidan hâlindeki ağaçlar, suya susamışlar. Umudun bin bir telinde, zaman zaman çok kısa aralıklarla esen rüzgârın etkisiyle, kırılacak gibi duran dallarını oynatıyorlar. İki taraflı uzanan beton kaldırımlar ve asfalt yollar, sıcaktan kımıl kımıl kımıldıyor.
      Zehra Kadın, başında çenesinin altından sıkı sıkıya bağladığı eşarbıyla, yakası sımsıkı kapalı, kirli, bol, kahverengi paltosuyla ana cadde, kepenkleri inik bir kitapçının tentesi altında pinekliyor. İlk bakışta, uyumakla uyumamak arasında direndiği, kendisiyle hesaplaştığı da belli oluyor. Yakınında, yaz olsun, kış olsun, hiçbir zaman yanından ayırmadığı küçük tüpü de duruyor. Beride, paçavralarla sarıp sarmaladığı bir yumak yatıyor.
      Önünde ittiği bir çocuk arabasıyla gelen kadın, Zehra Kadın’ı tanıyor, biliyor olmalı, onunla kafa kafaya gelince yavaşladı, durdu.
      - Kız, bu hâlin ne? dedi.
      Beriki taş gibi sert, cevapladı.
      - Ne var hâlimde?
      - Bu yaz günü, üstelik haziran sıcağında, karakış ortasında kalmış gibisin. Çıkar paltoyu sırtından. Açıl, dökül biraz.
      - Sana ne? Sen, yolunca yürü.
      Kadın, gözleri öfke ateşleriyle parlayan Zehra Kadın’dan çekindi, korktu. Hızla ittiği arabasıyla birlikte, koşarcasına yürüdü. Zehra Kadın, aklına yeni gelmiş gibi, yerinden kalktı, koştu, arabaya eğildi. Uyuyan bebeğin tülbendini açtı, ona gülümsedi.
      - Yavrum, güzel yavrum! dedi.
      Arabalı kadının eli ayağı boşandı. Kendi kendine kızdı. Köpekle dalaşmaktansa, çalıyı dolanmadığı için öfkelendi. Yol değiştirip beriden gitse, bu belâya çatmayacağını düşündü. Sağdan soldan, herhangi bir Allah kulundan yardım umdu. Fakat umduğunu bulamadı. Aklına gelip, dilinin ucuna düşeni söyledi.
      - Senin yavrun yok mu? O küçük, şirin kıza ne oldu?
      Beriki bağırdı.
      - Çaldılar! Yavrumu çaldılar! Onu benden aldılar!
      Gürültüye, arabadaki çocuk uyandı. Ağlamaya başladı.
      Zehra Kadın’ın iki göz, iki çeşme. Birdenbire geri döndü, sarıp sarmalayıp kaldırıma bıraktığı paçavra yumağını, kucakladı. Bağrına bastı.
      - Yalnız, dedi, bunu vermem onlara! Ciğerimi, Özlem’imi kapıp gidenlere!
      Bu fırsatı değerlendiren diğer kadın da, durmadı, arabasını ite ite, kaçarcasına çekti, gitti.
      Zehra Kadın, bağırdı, çağırdı… Boş caddelere sövdü, saydı. Yavrum diye, bağrına taşlar bastı.
      Bağrına taşlar!
      Taşlar!
      - Özlem’im, biriciğim, bir tanem!
      - “Biriciğim!”
      - “Bir tanem, nur tanem!”

      AYNI TAKVİMDE AYNI GÜN
      Parka, yine ikisi birlikte geldiler. Haziran sıcağına aldırmadılar. Gölgelice, kuytu bir köşeye çekildiler. Kimse tarafından ra-hatsız edilmek istemiyorlar. Uzunca bir zaman da, birlikte konuştular.
      Durmaksızın, soluksuz, konuştular.

      “Bak meleğim,
      Şimdi çok, çok mutsuzum. Çocuk mocuk istemem diyorsun. Bütün ipleri koparıp gidiyorsun.
      Bak meleğim, artık bu çark, son dönüşünde. Bu son dönüşte yarınlarımız gizli, ama acı, ama tatlı! Kaderimizde ne yazılı ise, o gelecek başımıza. Hoş, avuçlarımda sen varsın, bunu biliyor musun? sensiz bir hiçim ben! Sert, kaba, çirkin…
      Kanımda seni duyuyorum yine. Bütün hücrelerime sen sinmişsin! Gözlerim gözlerine mahkûm, avuçlarımda sen varsın. Bak, şarkımız söyleniyor, duyuyor musun? Hep böyle kalalım istiyorum, gönül gönüle! Kaygılar öldürmesin beni, hep hasret türkülerinde kalmasın ümitlerimiz.
      Sakın ağlama, n’olursun meleğim! Biliyorsun, gülüşün mutluluğumdur, kuvvetli oluşumdur. Hadi gül biraz, bak, kader denen yolda ikimiz varız. Ne o? Duyuyor musun şarkımızı, bak, yine söyleniyor? Bu çarkın son dönüşünde yine sen varsın, ben varım, bir de şarkımız var hep söylenen, yıllarca da söylenecek olan. Adımız, yeminimiz, aşkımız hep bu şarkıda. Gönlümde açtın, solmayacaksın sen!
      Oh, bu şarkı! Ne kadar güzel böyle? Ya saçların, gözlerin? Saçlarında hayatımı okudum, gözlerine mahkûm oldum. Kaderimiz prangaya vurdu bizi. Bu bağ hiç kopmayacak, göreceksin. Hep böylece beraber olacağız. Kutsal yeşil odamız, sevdamızı gizleyecek yıllarca. Dudağımızda şarkımız olacak daima, ve bu yağmur hep yağacak, sevda sağanakları hep sürecek. Ya sonrası mı? Ölüm mü?
      O zaman, kim bilir belki bir gün, eskisinden daha güzel bir kutsal yeşil odada olduğumuza inandırabiliriz kendimizi.”
      Parka birlikte, bir kapıdan geldiler. Geldiler ya, çocuk yüzünden anlaşamadılar. Ayrı ayrı kapılardan çekip gittiler.
      Ayrı ayrı çıkıp gittiler.
      Çekip çıkıp gittiler!
      Çıkıp gittiler!
      Çekip gittiler…
      Ayrı ayrı!

Makaleni beğendinizmi? Sosyal medyada takip edin!

Küfür, hakaret, rencide edici ve büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmayacaktır.

Sakura

San Francisco temelli bir firmanın tavuk tüyünden laboratuarda yetiştirdiği tavuk eti

Editörün Seçimi