Dünyanın Önde Gelen Haberleri ve Ansiklopedisi
Slimfit
  1. EDEBİYAT

Oyhan Hasan Bıldırki - İkizler

Oyhan Hasan Bıldırki - İkizler
Sakura

Oyhan Hasan Bıldırki - İkizler

      Bostanın yeşiline, karpuzların iriliğine, kavunların çiçeklerine aldırmadan, harmanlayabildiğimiz kadar, ağa beyimle al takke, ve külâh olduk. Aynı dalın meyveleriydik ama, aramızda paylaşamadığımız kozlarımız çoktu. Atları ben de severdim, o da. Ondaki yürek, bende de var. Lâfına, çalımına aldırır mıyım hiç?
      Patladım.
      - “Yetti be! Taya hep sen mi bineceksin?”
      Ağabeyim sırıttı.
      - “Tabiî. Ne var bunda?” dedi. 
      - “Varı yoğu anlatırım sana!” 
      - “Öyle mi?”
      - “Öyle!”
      Gelsin topaçlar, ezilsin kollar, dökülsün bütün tohurlar. Güneş yakıyormuş, aldıran kim? Varsın yaksın!
      Kavga kızışır, büyür. Dayım, koltuk değneklerini, olanca gücüyle üstümüze fırlatır. Bereket, atılan çomaklar bir yerimize değmez. Öteden, hayıt ve piyanla donanmış çardaktan, ortakçımız Şaban Ağa, gürültümüze koşar gelir. Şaban Ağa, yaman adamdır. Ondan çekiniz. Tüyü bozuk, uzun boylu, koca elli, yıkık kaşlı, pehlivan yapılıdır. Yaka paça eder, birimizi bir yana, diğerimizi öte yana bırakır. İkimize de çıkışır:
      - “A be, nedir pay edemediğiniz? Hiç, kardeşler bir biriyle dalaşır mı? Utanmaz, arlanmazlar sizi!”
      Yarıntı kenarına, koyu gölgeli söğütlerin altına çekiliriz. Nasihat, tokat, öfkemizden kurtulamayız. Bostanlar kurtuldu ya, Şaban Ağa da keyiflenir. Dayıma takılır.
      - “Üle Rıdvan,” der, “bu senin yeğenlerin yok mu? İkisi de cesur, ha!”
      Dayım, kıs kıs, seslice güler. Sorar:
      - “Hangisi daha iyi?”
      - “Bak, orasını bilmem. Ama, hangisi ötekinin kulağına dokunursa, doğrusu, cesurluk onda kalır.” 
      Ağabeyimle ben, ikimizde, deli danalar gibi yekiniriz. Göz ucuyla birbirimizi süzer, fırsat kollarız. Bu sırada hem dayım, hem Şaban Ağa, yangına körükle giderler. Yarıntı’da sazlar hışılar. Hafiften rüzgâr çıkar. Söğütlerin al çak dalları, yerleri süpürmeye başlar. Şaban Ağa, yakasını öğle sonu serinliğine açar. Ötede danalar, buzağılar kıpır dar. Doru tay kişner, anasının yanına bir dörtnal koparır, oynaşır. Dayım gürler. 
      - “Hadi be, ne duruyorsunuz?”
      Şaban Ağa atılır.
      - “Amma da nazlısınız, ha!”
      Ayranım kabarıverir, yerimde duramam. Ağabeyimin dikkatini dağıtmak için bağırır, fırlar, ayağa kalkarım.
      - “Yılana bak!”
      Saflığından olacak, ağabeyim dediğime kanar, öteye beriye, sazlıklara bakar.
      Ara kızıştırıcılar, çanak tutarlar.
      - “Hadi, yakala! Aman tut, kaçırma.”
      Artık benim için gün doğmuştur. İleri atılır, aklını yılanla bozan ağabeyimin kulağına dokunurum. O, işi anlar, altında kalmaz, anında bana karşılık verir. Tutuşur, güreşiriz. Ondan yaşça, boyca geride olduğumdan yenilirim.
      Ağabeyim, öfke ve sevinçle karışık, söylenir.
      - “Gidi kalleş, seni! Pes mi?”
      Pes ederim.
      Berikiler:
      - “Hadi evlât!” derler, “suyu yine sen dolduracak sın.”
      Sözü ikiletmem, testiyi kapar, kuyunun yolunu tutarım. Bazen, evin küçüğü olacağına, kapının köpeği ol, da ha iyi, diye düşünürüm. Ayaklarımı, kızgın toprağın alevi yakar. Kuyuya kovayı salarım. Kovaya bir karpuz takılır. Bilirim, Şaban Ağa’nın işidir, bu! Aklınca kavga, güreş sonu, bizi beslemeyi umar. Testiyi doldurduktan sonra, eli mi, yüzümü yıkar, serinlerim. Tekrar kovanın ipine yapışır, dağarları, yalakları, bütün kazanları doldururum. Mısırlar püskül uçlarını oynatır, pamuklar pembe, mor, be yaz, kırmızı renkli çiçek açmada birbirleriyle yarışırlar. Toprak, kızgınlığını kaybeder. Omzumda testi, koltuğum da karpuz, dilimde yarım yamalak türküler, geri dönerim. Aldığımız terbiye gereği, testiyi önce ağabeyime uzatırım. Sonra dayım alır, Şaban Ağa’da su biter.
      - “Ömrüne bereket!” derler. “Allah, muradını ver sin.”
      Sevinir, dört köşe olurum. Karpuzun göbeklice ta rafından bana ayırırlar. Acı soğan, kuru yavan, çıkınlarda ne varsa, siler süpürürüz. Günlük işler biter, gün döner. Dağların gölgesi bostana vurur. Çardak, koyu gölgeler al tında kalır. Sığırları yerleştirir, dönüş için hazırlanırız. Atlar eyerlenir, doru taya heybe vurulur. Yular ipinin az berisinden yalancı gem yapılır. Doru tay acemidir, gemi ağzına almak istemez. Tepinir, eşinir, şahlanır, kişner. Aldırmayız.
      Ağabeyim;
      - “Sallanmasana!” der. “Bugün taya sen bineceksin. Huysuzlaşırsa, gemini kas. Hayvanı, efeliğine güvenip de, sakın dağa vurayım deme. Körpedir, ayağı mayağı kırılır.”
      Kaşla göz arası, taya binmişimdir bile. Fakat doru tayın inadı tutar. Yerinde, kazık gibi çıkılı durur. Bir adım olsun, ileri gitmez. Ağabeyim yola girmiş, bir yanı dağın karanlığıyla kucaklaşan, öte yanında armut, zeytin, dut, incir, karaağaç, hayıt ve böğürtlenlerle, deli asmalarla kuşatılan irimi aşmıştır. Bu irim, her nedense bana korku verir. Arkada kaldığım zamanlar, sanki birisi, arkam sıra yetişecek, beni belimden yakalayacak, geriye çekecekmiş gibi bir his doğar içime. Duyduğum korkuyu, sesimle yen meye çalışırım. Doru tayın karın boşluğunu topuklarım… Doru tay, ya can acısından, ya anasından ayrılmış olmanın verdiği duygudan olacak, yaydan çıkmış ok gibi öne atılır, irime dalar, çıkar. Korkularım geride kalır. Köye, altımda doru tay, büyük bir çalımla girerim. Çor çocuk, köpek, tavuk, ördek beni görünce, kimi korkudan, kimi havlayarak, kimi kanat çırparak kenara çekilirler.
      “At, sahibine göre kişner.” derler. 
      Doğru.
      Benim doru tay da, bana çekmiş. O da, çalım sat makta benimle yarışıyor, arada bir, kesik kesik, burnundan soluyor, sağrısından ter boşaltıyor, zevklenip kişniyor. Üstelik olur olmaz yerde şaha kalkıyor, delibozuklaşıyordu.
      Soluk soluğa, ardına kadar açık avlu kapısından içeriye daldık. Ağabeyim, dolunayı ahıra çekmiş, tımara başlamıştı. Babam, sundurmaya çıkmış, Yeni Ahmet’in Durmuş’la konuşuyordu.
      Durmuş:
      - “Kadet kaldım, emmi!” diyordu… “Eline, ayağına düştüm. Derdimin çaresi sensin. Yoksa bütün bostanım, zerzevatlarım kuruyacak, gökü akına karışacak. Doru tayı geçici olarak ver bana. Hem onu, koşuma da alıştırırım.”
      Babam;
      - “Acemidir, daha körpedir!” dedikçe, Durmuş, üstüne üstüne gitti. 
      - “Yalnız dolaba koşacağım, emmi! Zoru mu var? Dönüp kırkkovayla su çekecek.”
      Babam, yufka yürekli, yardımsever, yumuşak huylu bir adamdı. Durmuş’un üstelemesinden kaçmak için, bize sığındı. Ahırdan çıkan ağabeyimi gösterdi.
      - “Aha, mal onların! Gönüllerini yap, al götür doru tayı.” 
      Ağabeyim şaşaladı, durakladı. Göz ucuyla bana baktı. Yüzümde öfkenin bini, bir para! Elimle doru tayın terini kuruladım. Sağrısına bir şaplak attım. Doru tay, burnuyla toprağı kokladı, açık ahır kapısından içeri girdi. Atlar kişnedi.
      Ben, hiçbir şey demedim. Sözü ağabeyime bıraktım. Ahıra daldım. Doru tayı, son defa, tımar etmeye başladım. Kulağım dışarıda, hırsımdan ağladım.
      Ağabeyim çaresiz.
      - “Sabahleyin,” dedi, “gel! Al, götür!”
      Durmuş gitti. Akşam, olanca karanlığıyla çöktü. Göz gözü görmez oldu. Sofraya geçtik. Hem ağabeyim, hem ben, yemeğe karşı isteksizdik. Başkalarına yumuşak olan babam, bize karşı sesini yükseltti. Her ikimizi de payladı.
      - “Ne kaldı, şunun şurasında?” dedi. “Hem akkız da kulunlayıp, taylayacak. Doru tayı da, evlâdiyelik vermedik ya, Durmuş’a! Sonbaharda doru tay döner, akkız kulunlar, aranızdaki geçimsizlik de biter.”
      Doru tay... deli tay! Sabahı, dolaba koşuldu, uyuzlaştı, dolap beygiri oldu. O döndükçe, kırkkovadan gürül gürül su akıyor, Durmuş’un kurumaya yüz tutmuş zerzevatları canlanıyordu. Ya doru tay? Bazen, bizi gördükçe huysuzlaşıyor, koşum takımlarını ezip ufalamak, kırıp dağıtmak istiyordu. Ağabeyimle ben, onu, böyle gördükçe ağlıyor, babama kızıyorduk. O kadar!
      Bostanlar bitti, mısırların koçanları koparıldı, pamuklar açmaya başladı. Olanca gücümüzle tarlada çalışıyoruz ama, eski neşemiz yok! Bostan yolar, sap bağlarken, Rumeli türküleri söyleyen Şaban Ağa, bizi neşelendirmeye çalışsa da, başaramıyor.
      Böyle bir günde, içime mi doğdu ne, ağabeyim, ipini kırdı, tarladan kaçtı. Gün devrilirken, geri döndü. Üzüntülüydü. Hatta gözleri kan çanağına dönmüştü.
      Şaban Ağa;
      - “Ne var ulan, tabansız!” dedi. “Ne somurtup duru yorsun?”
      Ağabeyim, içini çekti, söylemedi. Akşam oldu, dağların, bütün ağaçların gölgeleri uzadıkça uzadı, silindi, işe paydos dedik. Üçümüz de, yayan yapıldak yola koyulduk. Şaban Ağa önde, biz arkada gidiyorduk. Ağabeyim kolumdan çekip yavaşlattı beni. Soluksuz, boşandı.
      - “Bugün ne oldu, biliyor musun?” dedi.
      Omuzlarımı çektim.
      - “Bilmiyorum,” dedim, “yalnız bir kötülük var.”
      - “Tahmin et!”
      - “Edemem.”
      - “Edemezsin ya!”
      - “Hadi söyle, çatlatma beni.”
      - “Üzüleceksin.”
      - “Üzülmem. Hadi söyle!”
      - “Doru tayın,” dedi, “ayağı kırıldı. Sınıkçı Çakır geldi, ayağını sarıp sarmaladı.”
      Başımdan omuzlarıma, kaynar sular döküldü. İçimde nice yârlar yıkıldı, göçtü. Umutlarım karardı. Öfkemden;
      - “Yemin et!” diye bağırmışım.
      Şaban Ağa döndü, sordu.
      - “Ne yemini o? Haydi savsaklanmayın. Hem de yürüyün be!”
      Yürüdük.
      Yüreğim köz köz yanıyor. Gözlerimi kin bürümüş. Dilimde öfke, yumak olmuş. Derhal babama kustum.
      - “Senin yüzünden,” dedim, “doru tay dolap beygiri oldu, ayağı kırıldı, adı, topal taya çıktı.”
      Babam kızgın;
      - “Dırlanma!” dedi. “Tokadı ensene yersin.”
      Dinleyen kim? O bana, ben ona, verip veriştirdik, söyleştik. Ağabeyim sus pus! Şaban Ağa araya girmese, babamla kapışacağım.
      - “Dur be yeğenim! Dur be kuzum! Kaybettiren, bul durur derler. Hem Sınıkçı Çakır’ın üstüne yoktur, bu gidende. Sargılamış işte. Haftasına kalmaz, düzelir doru tay. Üzüldüğü şeye bak şunun. Edepsiz seni! Utanmadan babasıyla lâf yarıştırıyor. Ne güne geldik ya Rabbi?”
      Sustum, bir köşeye çekildim. Sabahı bekledim. Yorgunluk ve üzüntüden olacak, dalmışım. Geniş, uçsuz bucaksız bir ovada, doludizgin boşanan, koşan, akın akın a kan atlar. Dolunaylar, akkızlar, demirkıratlar, kıratlar, yağızlar, doru taylar! Binlerce at, sonsuz bir koşudalar. San ki, göğsüme göğsüme basıp geçtiler. Durmaksızın aktılar. Peşlerinden koştum, yetişemedim. Sabahı zor ettim.
      Gecenin karanlığı çekilip, gün aydınlığı başlayınca, kumru sesleriyle uyandım. Doğruca, Durmuş’un bahçeye gittim. Dolap koşumları dağılmış, kırkkovalar çarklarından boşalmış, kuskunlar kopmuş, hamut bir köşeye atılmıştı. Kokumu mu almıştı ne, doru tay, yattığı yeri belli etmek için, neşesiz, kişnedi. Yanına gittim. Yelesine sarıldım, gözlerinden öptüm, ağladım. Zavallı! Kalkmaya davrandı, yapamadı, ümitsizce kişnedi, homurdandı. Ön sağ ayağı, diziyle karışık, sargılıydı. Babamdan görenekliydim. Doru tayın durumu ümitsizdi. Benimle birlikte o da ağladı. Daima dik duran yelesi yana yatmış, kuyruğunda, sineklerini kovalayacak gücü de kalmamıştı. O kişnedi, ben ağladım. Ben ağladım, o kişnedi. Acısını anlatmak istedi.
      Güneş, iki mızrak boyu yükselmişti... Ağabeyimle Durmuş, göründüler. Doru tay, Durmuş’u görünce kişnemesini kesti, başını öte yana uzattı, gözlerini yumdu.
      Durmuş, ağabeyime;
      - “Yazılan yazı bozulmaz,” diyordu. “Söyle kardeşi ne, üzülmeyi bıraksın. Ölüm yok ya ucunda? Hem dayınla konuştuk. Diyeti ne ise, onu babana ödeyeceğim. Kimsenin hakkı, kimsede kalmasın.”
      Durmuş’a olan nefretim arttı. Az daha oyalansam, elimden bir kaza çıkacak. Doru tayın gözlerinden öptüm. Eve döndüm. Kulaklarımda doru tayın kişnemeleri, ahıra girdim. İçimdeki yangını söndürmek için, yerleri temizledim. Çıkan çöpleri, samralığa döktüm. Ne oldu bilmem; dolunay, acı acı kişnedi. Yerinde duramaz oldu. Az sonra susup, sakinleşti. Akkızın memelerine süt inmiş. Ahır kapısını çektim, bağladım. Arkamı döndüm. Elinde çiftesiyle avluya giren babamı gördüm. İşi anlamıştım. Babam, sun durmaya geçti. Ben, dışarı fırladım. 
      Koştum, ağladım.
      Ağladım, koştum!
      Boşanan, akıp giden atlara yetişemedim.

Makaleni beğendinizmi? Sosyal medyada takip edin!

Küfür, hakaret, rencide edici ve büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmayacaktır.

Sakura

San Francisco temelli bir firmanın tavuk tüyünden laboratuarda yetiştirdiği tavuk eti

Editörün Seçimi