Dünyanın Önde Gelen Haberleri ve Ansiklopedisi
Slimfit
  1. EDEBİYAT

Oyhan Hasan Bıldırki - Son Düş

Oyhan Hasan Bıldırki - Son Düş
Sakura

Oyhan Hasan Bıldırki - Son Düş

  İkinci katın terasında demleniyorlardı.
     Öğle vakti, hava tutuşmuş, yanıyor.
     Sanki bu yangın yetmiyormuş gibi terasa önceden düşmüş gölge gide gide kısalıyordu. Biraz sonra terasın zevki kaçacak.
     Aşağıda masmavi deniz…
     Ufukta nokta nokta gemiler.
     İlkin şakaklarına düşen akları, saçlarının öteki taraflarında da kınalanmaya başlayan, uzun boylu, iri yapılı, esmer tenli, yüzündeki derin çizgileri ilk bakışta sezilen Nazım, sessizdi. Oysa arkadaşını dertleşmek için kendisi çağırmıştı. Şimdi sessizdi. Belki de içini dökebilmiş olmanın rahatlığını yaşıyordu. Çılgın fırtınalar dinmiş, yerini mavi ufuklara bırakmıştı. Onun başını ağrıtan, yıllardır kanayan yüreğini sızlatan dertleri, arkadaşına geçmişti. Bu yüzden olmalı Suat, ara sıra ellerini birbirine kenetliyor, “ah”lar, “oflar” çekiyordu.
     Suat, Nazım’ı dinledikçe, arkadaşının hayatının da yer yer kendisininkine benzediğini keşfetti. Nazım anlattıkça geçmiş günlerinin ağırlığını yeniden yaşar gibi oldu. Sevinse de daha çok hüzünlendi. Gözkapaklarına nice karanlıkta kalmış resimler çöktü. Hayatının kışları ve yazlarını, ilkbahar ile sonbaharlarını atlayıp sıralı sırasız tekrar yaşadı. Döndü, Nazım’a baktı.
     Nazım’ın gözlerinde gülümseme izleri parıldıyor. Suat alışkanlıktan olmalı, elini arka cebine götürdü. Aradığını bulamadı.
     - Ah, bir aynam olsaydı! Bir aynam olsaydı…
     - Ne yapacaksın aynayı?
     - Suratıma bakacaktım.
     - Ne göreceğini umuyorsun?
     - Umduğum yok ama sandığım var.
     - Ne?
     - Gözlerindeki parıltıların benzeri, benim gözlerimde de var mı?
     - Ayna gerekmez.
     - Neden?
     - Yok.
     - Yok mu?
     Terasa düşen gölge, biraz daha kısaldı. Geldi, Nazım’ın kaşlarının üzerine kondu. Nazım elleriyle kaşlarının üzerine düşen güneşi, kovalamak istedi. Olmadı. Suat da güneşte kalmıştı.
     - Her şey sırasıyla…
     - Benim sıram geçti mi demek istiyorsun?
     - Belki… Ama benim söylemek istediğim bu değil. Kafam kıyak, toparlayamıyorum. Üstelik güneşte kaldık. Salona geçelim.
     - Güzelim denizi dışarıda bırakıp içeriye mi kapanacağız?
     - Yok, deniz orda. Yerinde duruyor.
     - Peki. Nasıl istersen öyle yapalım.
     Masanın üzerinde kırık derik ne varsa yanlarına aldılar, salona geçtiler.
     Nazım, serinleticiyi çalıştırdı. Sıcaktan Suat’ın alnında yer yer biriken damlacıklar, kayboldu.
     İkisi de denize baktılar yeniden. Gerçektende deniz, yerinde duruyor, mavilerinin en güzelini giyinmiş, fıkır fıkır tütüyordu.
     - Demek öyle ha, Nazım? Yıllardır aynı yatağı paylaşmıyorsunuz?
     - Evet, ne orada, ne burada. Yanına gitsem, yaz kış hep salonda yatıyorum. O buraya gelse, balkondaki şezlong bana ayrılıyor.
     - Aranızda başkası mı var?
     - Araştırdım. Aramızda üçüncüler yok.
     - Emin misin?
     - Evet.
     Nazım, aniden nemlenen gözlerini Suat’tan saklamak istedi. Şampanya açmak bahanesine sığındı, mutfağa geçti. Aradığını bulmuş olmanın keyfiyle salona döndü.
     - Patlatalım mı?
     - Neyin şerefine?
     - Özgürlüğün…
     - Anlamadım.
     - Konuştukça açıldım, kendime geldim Suat. Senin dürtmelerin de önümü görmemi sağladı. Yolumun üzerinde duran taşları kaldırıp atmalıyım artık.
     - Saçmalama.
     - Saçmaladığım yok.
     - Pişman olacağın kararların peşine düşme.
     - Biliyorsun Suat, zaman zaman sana anlattım. Bütün ömrüm pişmanlıklarla geçti benim. Karımı okşayamadım, çocuklarımı doya doya koklayamadım. Aramızda görünmez bir perde vardı daima. Bu perde bizi her zaman birbirimizden öteye itiyor. Şimdi de öyle. Şükür, hiç kimseye muhtaç değilim. Zaman zaman bunca servetin içine tüküreyim diye düşünüyorum. Keşke evinin erkeği yoksul biri olsaydım diye hayıflanıyorum. Ama şimdi? Hepsi geçti.
     - Ölçüp tarttın mı? Yanılmayasın?
     - Kalbim üşüyor, Suat. Kalbim üşüyor.
     - Desene sana kalbini ısıtacak biri gerekiyor…
     - Evet.
     - Bulalım öyleyse…
     - Biri var gibi.
     - Hani aranızda üçüncüler yoktu?
     - Yok.
     - Peki, “Biri var gibi” ne demek?
     - Onun da haberi yok daha. Derneğin tiyatro çalışmalarında bana olan yakınlığını hissettiğim biri. Aşağı yukarı aynı yaşlardayız. Yazları buraya geliyormuş. Yalnızmış…
     - Benim tanıdıklarımdan mı?
     - Evet ama kim olduğunu asla çıkaramazsın. Zaten haberi de yok. Benimkisi bir umut… Sadece yeşereceğine aklım kesiyor. Onu görünce, heyecanlanıyor, kalbimin ısındığını biliyorum.
     - Peki, nasıl çözeceksin bu işi? Ona nasıl açılacaksın? Çocuklarının anasına ve çocuklarına olanı biteni, olacak olanı nasıl anlatacaksın?
     - Sen demez miydin her şeyin bir yolu vardır diye?
     - Dostum, o sözün gelişi. İş başa düşünce, bütün kapılar adamın yüzüne kapanır, kilitlerin tamamı paslanır.
     - Deme?
     - Ama öyle değil mi?
     - Alaaddin’in Arap’ını unutma. En umulmadık bir zamanda, çare anahtarları insanın avucuna düşer.
     - Nazım, ben seni biliyorum. Zorlanırsın… El ağzına bakarsın.
     - Bu noktadan sonra mı? Zor mor değil… Çocuklarım büyüdü, palazlandı. Kendi yuvalarının sahibi oldular. Say ki ağzımda bir çürük diş var. Bütün iş, bu çürük dişi çektirmeme kalıyor.
     - Ben yine de, bu dediklerini ayık kafayla yeniden düşün derim. İnsan, sonradan pişman olacağı kararların peşine düşmemeli. Hayal bile olsa onların rüyalarını görmemeli.
     - Ben hep acı rüyalar gördüm Suat. Şimdi piştim… Hayatta yapayalnızım biliyor musun? Analarının şerrinden ya da nazından, çocuklarım bana soğuk duruyor. Bizimki bankadaki hesabını büyütmenin peşinde sadece. Aynı zamanda yurtdışından emekli işçiyim ben. Belki bunu bilmiyordun. İnanır mısın, yıllardır emekli maaşımı bile kendim almıyorum. Buradaki dairelerimin ve diğer akarlarımın bütün gelirlerini de her gelişinde kuruşu kuruşuna hesaplayarak karıma veriyorum. Bütün bunların karşılığında da her zaman yatağımda yalnız yatıyorum.
     - Bak, bunları bilmiyordum ve keşke öğrenmeseydim de.
     - Öğrendin. Seni sırdaşım saymasam, sana açılmazdım.
     - Sırdaş olmak… Heybedeki turpun en büyüğünü yüklenmek demek.
     - Belki… Senin “üçüncü” dediğinle aramda hiçbir şey yok. Eli, elime değmedi. Kendisiyle ilgi olarak benim düşündüklerimin tekini bile bilmiyor. Öğrense, belki de gülüp geçecek ya da çok kızacak.
     - Son dediğin çıkarsa, ne yapacaksın? Yıkılmaz mısın?
     - Bu, benim son düşüm. Neye çıkarsa çıksın, yapılması gerekeni denemek istiyorum.
     - Araya girelim, yardımcı olalım mı? Gerçi senin Arap’ın varmış ya…
     - O bir latife, umut.
     - Yok, son düş… Öyle dedin ya! Onlardan birini, balkondaki askıda da gördüm ben. Uçmaya hazır uçak modelini nerden buldun da astın oraya?
     - Bir milyoncularda çok var. Ordan aldım.
     - Ama niçin uçak? Bunu sorabilir miyim?
     - İçimde bir his var Suat. Ansızın uçup gidecek, uzayın dışına çıkacakmışım gibi bir şey bu. Henüz adını koyamadım. Üstelik böyle bir durumdan da korkmuyorum. Alnımın yazısı neyse, öyle olsun diye zamanın eline bıraktım kendimi. O gördüğün model uçak, çocuk ruhumu alıp en uzaklara götürecek, üşüyen kalbim ısınsın diye.
     - Düşünüyorum.
     - Neyi?
     - İçki başına vurmuş olmasın?
     - Vursa, dilime söz olup dökülenleri anlatamazdım sana. Üstelik ilk defa çok ciddi olarak bütün sırlarımı da döktüm. Senin deyiminle en ağır yüklerimi vurdum omuzlarına, artık sen taşıyasın diye.
     - Taşımak istemesem, çok erkenden çeker giderdim buradan. Ama kararlısın değil mi?
     - Evet, kararlıyım.
     - Son kararın mı?
     - Son kararım…
     - Sakıncası yoksa, benim tanıdığımı söylediğin bayana, niyetini açıklayayım mı?
     - Asla. Aramıza bir başkasının girmesini istemiyorum. Bu defa kendi işimi kendim görmek istiyorum.
     - Kurt gibi mi?
     - Kurt gibi.
     - Hayırlısı.
     - Teşekkür ederim.
     - Vakit ilerledi. Nerdeyse akşam oluyor. Mavi denize kıpkızıl yakamozlar düşmüş. Ben gitmeliyim artık. Ama merak ediyorum; ona nasıl açılacaksın? Sen başkalarıyla, hele bir bayanla rahat konuşamazsın ki?
     - Biliyorum.
     - Peki, ne yapacaksın?
     - Bu akşam ona içimden geçenlerin tamamını bir mektuba dökerek tek tek anlatacağım. Niyetimi açıklayacağım.
     - Yoksa ona mektup mu atacaksın? Bu, şık olmaz.
     - Hayır, atmayacağım. Çok kere beraber yürüdüğümüz koşu yolunda ona kendim vereceğim, mutlaka okumasını ve bana düşündükten sonra karşılık vermesini isteyeceğim. Bu akşam Ali de gelecek… Keşke sen de kalsaydın.
     - Dernek başkanı Ali mi?
     - Evet.
     - Niçin gelecek?
     - Tiyatro salonunu ayarlamak için komşu ilçeye gideceğiz birlikte. İlk bağlantıları yaptık. Oraya gitmemiz gerekiyor. Afişlerimizi asıp hemen geri döneceğiz.
     - Neden hemen?
     - Sabah, koşu yolunda pembe eşofmanlıyı bekleyeceğim.
     - Günaydın demek için mi?
     - Evet.
     - Haydi hayırlısı…
     Akşam alacasıyla birlikte Suat, kendi evinin yolunu tuttu.
     Akşam güneşi, mavisini yavaş yavaş kaybeden denize düşecek gibi.
     Bütün binalardaki ilk ışıklar kör kör yanmaya başladı. Deniz kokusunu emmiş meltemler, Suat’ın saçlarında geziniyor.
     - Ah, bu rüzgâr! Yüklendiğim sırları alıp götürse…
     - Bana mı dedin?
     Suat, bu soruyu soranı sesinden tanımıştı. Hüseyin’di bu. O da kendisi gibi şairdi.
     Hüseyin geldi, Suat’ın koluna girdi.
     - Arabam burada. Seni evine bırakayım.
     - Kendim giderim.
     - Olur mu canım? Zaten yolum sizin oradan geçiyor. Haydi nazlanma da, arabaya gidelim.
     - Peki.
     Hüseyin, Suat’ı evine bıraktı. Sabah komşu ilçede buluşmak için sözleştiler. Orada Şairler ve Yazarlar Derneği’ne uğrayacaklar, cumartesi günleri halka açık olarak sürdürülen şiir okuma dinletisine katılacaklardı.
     Suat, kapı ziline bastı. Evine girdi. Akşamın rengi; bütün şehri denizi, ovası ve dağıyla kuşattı.
     Sabah, kızılca kıyamet bir telefon sesiyle başladı. Bir türlü susmak bilmeyen telefon sesine hemen herkes aynı anda koştu. Herkesten önce ahizeye uzanan Zehra’nın ilkin yüzü asıldı, kekeledi, yutkundu. Telefonun ahizesini yanı başında bekleyen Suat’a uzattı.
     - Sana.
     - Hayırdır. Kötü bir olay mı var?
     - Kendin bak!
     - Efendim? Bir daha söyler misiniz? Dediklerinizi tam anlayamadım. Durmayın, kâğıt kalem getirin. Ne zaman? Sabaha karşı mı? Yanında başkaları da varmış mı? Hemen geliyorum.
Suat’ın yüzü kireç gibiydi. Oturup rahatlayacak bir yer aradı. Köşedeki kanepeye çöktü.
     - Kime ne olmuş?
     - Nazım ölmüş!
     - İnanamam!
     - Ben de öyle ama gerçek olan bu.
     - Ne zaman?
     - Az önce… Üzerinde bizim telefon numaramız çıkmış. Bu yüzden bizi aramışlar.
     - Ne yapacaksın?
     - Hemen gitmem gerek. Nazım’ın hiç kimsesi yok burada.
     - Elini, yüzün yıka, ferahla. Kendine gel. Çantanı hazırlarım şimdi.
     - Biriniz, İzmir’e bilet ayırtsın.
     - O işi bana bırak baba. Nazım amca için üzüldüm.
     - Hepimiz üzüldük… Ama neye yarar?
     - Suat, çantan hazır.
     - Geldim.
     - Biletin ayrıldı baba.
     - Anladım.
     Suat, beklemedi. Aklında bin bir umut ağacı filizlenirken, yola çıktı. Belki ilk anda insana bıkkınlık veren yolculuk düşüncesi, arkada bırakılan yollara baktıkça, kendi kendine sönüyordu. Ya bir manzaraya takılıyorsunuz, ya da yangın yerinde gördüğünüz boyası henüz capcanlı duran küllerin arkasındaki ele kızıyorsunuz. Suat’ın kafasında alaboralar… “Neyi, nasıl yapmalıyım?” soruları, yakasını bırakmıyor. Gözlerinin önünde sevimsiz kareler uçuşuyor.
     Sonunda yol bitti. Suat, türlü ilaç kokularının sindiği hastane koridorlarının hangisine yöneleceğini kestiremediği için, kıpış gözlerinin ucuyla gördüğü cep telefonunun numaralarını çevirdi. Durmadı, onu hemen kulağına götürdü.
     Oh, nihayet!.. Aradığı sıcak sese ulaşabilmenin mutluluğu gözlerine düştü.
     - Üçüncü kat, giriş holünün sağındaki ilk oda mı?”
     - ?
     - Anladım. Görüşmek dileğiyle, hanımefendi.
     Önünde aniden kapısı açılan asansörü gören Suat, sıra mıra var mı, yok mu diye düşünmeden, içeriye daldı. Bereket kalabalık yoktu ve kendisini ayıplayacak birileri de çıkmadı. Üç numaraya dokundu, asansör yükselmeye başladı.
     Sonra güneşi içen holü gördü, kapıya yöneldi. Kendiliğinden açılan kapıdan geçti, sağdaki ilk odaya girdi.
     Tek yataklı bu odada, doktor ya da hemşire olan sarışın, zayıf bayandan başka kimseler yoktu. Başucu sehpasının üstünde ağzı bağlanmış bir seyahat çantası vardı. Sanki Nazım, bu odadan hiç geçmemişti. Duvarda “öldü” notu görülen hasta dosyası asılıydı sadece.
     - Başınız sağ olsun! Hasta, yakınınız mıydı?
     - Teşekkür ederim. Yakınım değildi ama arkadaşımdı.
     - Cep telefonundan numaranızı bulduk. Hoş, yanında size verilmek üzere yazdığı bir mektubu da bulduk. Mektup, çantada.
     - Sonra bakarım… Şimdi ne yapmam gerekiyor, söyler misiniz?
     - Ceset, morgda.
     Suat, “morg” sözüyle irkildi. Bunu gözlerinden ince ince süzülen damlacıklarla açığa vurdu.
     - Affedersiniz, isminizi bağışlar mısın? Size ihtiyacım olursa, arayabilir miyim?
     - Güleser… Elbette arayabilirsiniz.
     Görüşme, bitmişti.
     Suat, odada yalnız kalmıştı. İlkin ne yapmalı, bütün işleri ırıp[1]ına ne şekilde koymalıydı? Farkında olmadan çantaya uzandığını anladı. Vazgeçmek istedi fakat aradığı o çantanın içinde olmalı diye düşündü. Fermuarı çekti, en üstte Nazım’ın cep telefonlarını gördü. Önceden bildiği telefonu aldı, pencere kenarına gitti. Ulaşabileceği numaraları aramaya başladı. Eşine ve çocuklarına haber verdi, kardeşine duyurdu. 
     Eşi, Nazım’ın ölümüne kayıtsız kaldı. Sanki duyduğu haber, onu hiç etkilememişti. Gelirim melirim bile demeden, telefonu kapattı. Kızı hemen yola çıkacağını, mümkünse kendisini beklemelerini istedi. Kardeşi da akşam orda olacağını söyledi.
     Suat’ın şimdilik yapabileceği bir şey yoktu. Gelecek sabahı bekleyecekti. Yatan hasta kabul odasına gitti. Güleser’i sordu. Olanı biteni, ona anlattı ve Nazım’ı ancak yarın morgdan çıkarabileceklerini söyledi. Kendi çantasını omzuna astı, Nazım’dan arda kalanı eline aldı. Kendi kendine söylendi:
     - Gittin, kurtuldun! Fakat zor olanı bana bıraktın be Nazım, bana bıraktın.
     Polikliniklerin olduğu alt kata indi. Tıka basa dolu olan kantine girdi. Güç bela bir simitle çay aldı, boşalan sandalyelerden birine oturdu. Gelecek olanları bekleyecekti. Hastane bahçesinde, bir oturağın üzerinde sabahlayacaktı. Hoş, bir otele gitse, kendisine yer ayırtsa, öldür Allah uyuyamazdı. Kafası allak bullaktı. Nazım’ın aniden gelen ölümü, onu yıkmıştı. Hele kendisine verilen mektubu açıp okuyunca, omuzlarının kendisinden istenen son görevin ağırlığıyla çöktüğünü anladı.
     Bin bir sıkıntıyla dolu gece bitti, sabah güneşiyle birlikte telefonu çaldı. Kızı hava alanındaydı, Nazım’ın kardeşi de yanındaydı.
     - Size çok zahmet verdik! Birkaç dakikaya kalmaz, orada oluruz.
     - Ne zahmeti? Ben insanlık görevimi yapıyorum. Üstelik babanız, benim can dostumdu.
     - Teşekkür ederiz.
     Zaman, yerinde durmuyor, küheylanlarının peşinde koşturuyor.
     Geldiler, morga gittiler, çıkış işlemlerini bitirdiler. Nazım son yolculuğuna uçakla çıkacak ve köyünde toprağa verilecekti. Suatla helalleştiler.
     Dönüş yolunda Suat, bir hayalden ötekine uçtu. Kulaklarındaki sesler bir türlü dinmedi:
     - “Uçmaya hazır uçak modelini nerden buldun da astın oraya?”
     - “Bir milyoncularda çok var.”
     - “Ama niçin uçak?”
     - “İçimde bir his var Suat. Ansızın uçup gidecek, uzayın dışına çıkacakmışım gibi bir şey bu. O gördüğün model uçak, çocuk ruhumu alıp en uzaklara götürecek, üşüyen kalbim ısınsın diye.”
Suat, birkaç gün sonra anca kendine gelebildi. Mektubu hatırladı, pembe eşofmanlı kadını bulmalıydı. “Yarısı yaz, yarısı kış” sayılan ağustos ayının bir sabahında, güneşin henüz doğduğu saatte Suat, sahil boyunca uzanan koşu yoluna indi. Sabah yelinin getirdiği deniz kokusunu bol bol ciğerlerine çekti. Aklı başına gelmiş, omuzlanıp beraberinde getirdiği hüzünleri erimişti. Son görevini yerine getirmeli, gözü gibi sakladığı, başkalarından sakındığı mektubu, asıl sahibine vermeliydi.
     Kendisine bırakılan zarfın içinde iki mektup vardı; biri kendine yazılmış, öteki pembe eşofmanlı kadına. Suat emanet olarak kendisine bırakılan ve zarfının içine konan öteki mektubu, asla açmadı. İçinde ne var diye de merak etmedi.
     Sahilde tek tük, erken saatte denize girenler… Umutlarının akınına denizi yalar gibi uçuşan martılar. Sessizlik.
     Uzaktan pembe eşofmanlı kadın göründü. Her zamanki gibi koşu yolunda sabah yürüyüşünü yapıyordu besbelli. Suat’ın başka çaresi yoktu, bekleyecekti.
     Öyle yaptı, bekledi. “Ya pembe eşofmanlı kadın, beni tanımazsa?” diye düşündü. “Ya mektubunu ona veremezsem?..” diye ekledi. “Atla deve mi sanki?” dedi, “Ne olursa olsun, mektubu sahibine vermeliyim!”
     - Günaydın efendim!
     - Günaydın…
     - Nasılsınız?
     - İyiyim. Ya siz?
     - Bildiğiniz gibi.
     - Bir yaramazlık yok ya?
     - Şükür! Siz sabah sporu yapmazsınız, öyle biliyorum.
     - Evet.
     - Şimdi niçin buradasınız?
     - Sizi görmek istemiştim… Biliyorsunuz…
     - Evet, her şeyi biliyorum. Ne kadar üzüldüm, bir bilseniz…
     - Ben de öyle. Ama ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor. Nazım, size vermem için bir mektup bırakmış bana. Onu size verebilir miyim?
     - Hayır!
     - Hayır mı?
     - Evet! Nazım, benim son düşümdü. Yarım kalan son düşüm! Mektubu okursam, düşümün büyüsü bozulur, biliyor musunuz? Son düşümün büyüsü bozulur. Hayır, o mektubu istemem. Sizde kalsın.
     Suat, beklediği bir sonuçla karşılaştığına sevindi. Pembe eşofmanlı kadının arkasından koşmadı. Yüreğinde ağırlığını taşıdığı mektubu, denize attı.
     Kim bilir, belki de iki insanın son düşlerini balıklar okur diye. 

Makaleni beğendinizmi? Sosyal medyada takip edin!

Küfür, hakaret, rencide edici ve büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmayacaktır.

Sakura

San Francisco temelli bir firmanın tavuk tüyünden laboratuarda yetiştirdiği tavuk eti

Editörün Seçimi