Dünyanın Önde Gelen Haberleri ve Ansiklopedisi
Slimfit
  1. EDEBİYAT

Oyhan Hasan Bıldırki - Üç Kızların En Küçüğü

Oyhan Hasan Bıldırki - Üç Kızların En Küçüğü
Sakura

Oyhan Hasan Bıldırki - Üç Kızların En Küçüğü

   Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellâl iken, manda berber iken, horoz imam iken. Anam kaşıkta, babam beşikte iken... Ben de babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten... Annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği; gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi... Köşeye sıkıştırılmanın öfkesiyle Tophane minaresini cebime sokmayayım mı borudur diye? O öfke ile de Tophane güllesini doldurmayayım mı cebime darıdır diye? Bir tokat vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı. Üç gün mü desem, üç ay mı desem; öylece donup kalmışım. Zaman katmış önüne beni yel gibi, sürüyüp götürmüş sel gibi.
      Memleketin birinde; başkasının tavuğunda, keçisinde gözü olmayan, kendi hallerinde kıt kanaat geçinen bir karı koca ve üç de kızları varmış. Bu kızların babaları olan adam, ailesini geçindirmek, ele güne boyun eğdirmemek için, başkalarının işinde çalışıyor, bahtına ne iş çıkarsa, ondan ötekine koşuyormuş. Gel zaman, git zaman derken kızları da büyüdükçe, ailenin masrafları artmış. "İşten artmaz, dişten artar" diye düşünen adam, günlerden bir gün, sabah kahvaltısını yaptıktan sonra, o günkü işine giderken, karısına söylemiş:
      - Ben, filân yerde çalışıyorum. Daha çok zamanda, daha çok iş kaçırmak[1] için, öğle vakitlerinde eve yemeğe gelmek istemiyorum. Siz sofrayı bensiz kurar, içine haram katmadığım katıklarınızı da ben olmadan bölüşebilirsiniz. Biliyorsun, kızlarımız da büyüdü. Huylarıyla daha çok sana benzeyen kızlarımız, boylarıyla da bize yetiştiler. Neredeyse yuvadan uçacak yaşa geldiler. Boğaz büyüyünce, masraflarımız da arttı. Dediğim gibi, bugün eve yemeğe gelmeyeceğim. Öğle yemeğimi büyük kızla bana gönder.
      - Göndereyim göndermesine de, benim kızlarım yol iz bilmezler. Onları kaldırım çiğneterek büyütmedik. Bir bilirlerse bizim sokağımızı, haydi haydi mahallemizi bilirler. Daha ilerisini, ötesini asla bilmezler. Dediğinde ısrarcı isen, yol, iz için de bir çare düşünmeliyiz.
      - Ben, onu da düşündüm. Bugün işe giderken yanıma kuru bakla alacağım. Bakla tanelerini de yer yer yürüdükçe yolumun üstünde bazı noktalara atacağım. Büyük kızımın aklı, o kadar da kıt değil ya? Katık çıkınını eline alır, evden çıkar, yolda gördüğü bakla tanelerini izleye izleye gelir, beni bulur. Olmaz mı?
      - Ne diyeyim bilmem ki? Madem sen böyle düşündün, aklınca da öyle bir çare ürettin. Onu dener, sınar, sonucunu da beraberce görürüz.
      Karı koca, ikisi birlikte, kararlaştırdıkları gibi yapmışlar. Adam besmele çekip, gün ağarır ağarmaz hemen yola çıkmış. Çalıştığı yere doğru giderken de, beşer onar metre arayla yanına aldığı bakla tanelerini, yolunun üstündeki bazı noktalara birer ikişer bırakmış.
      İnsan, ne kadar iyi yüzme bilse de, dibini görmediği suya girmemeli. Ne kadar güçlü olursa olsun, bilgisine güvenir olursa olsun; bilinmezin kendisine hazırladığı tuzakları da dikkate almalı. Bir yerde insan, ayağını yorganına göre uzatmalı. Üstelik; zoru başarmak da sanıldığı kadar kolay değil. Ansızın patlayan rüzgâr, dışarda bütün ağaçları kuvvetle sallamaya başlamış. Yolu ortasından ikiye bölen tarhlara dizilmiş olan güzelim genç fidanlar da, köklerinden oynuyor, bir sağa bir sola atılan dalları birbirine karışıyormuş. Arada sırada bıçak gibi kesiliveren rüzgâr da, birbiriyle yarışır gibi sağa sola atılan, uçuşan dallarda etkisini gösteriyormuş. Bu sırada genç fidanlar, birden bire hareketsiz kalıyorlarmış. Kanada kalkan sayısız kuşlarla birlikte, birkaç ışık ışık yanan daire de, yola bakla döken adamı kolluyormuş.
      Kızıl güneş buğday çalığına dönüyor, git gide karşı dağları da aydınlatıyormuş. Sabahın ilk sularında dumana kesmiş olan gökyüzü, en aydınlık noktalarından o yüce dağların bütün doruklarını, keskin çizgilerle kucaklıyormuş. Işık ışık yanan daireler, bazı noktalarda iyice alçalıyor, yolu yalar gibi uçuyor, ulaşabildikleri bakla tanelerini tek tek topluyor, kanada kalkmış kuşlara ortak oluyorlarmış.
      Zaman dediğin, bir kısa soluk. Değerini kestirebilene aşk olsun. Çok da acelesi var ki, göz açıp kapatıncaya kadar geçiyor. Orası burası, ötesi berisi derken, öğle vakti gelip çatmış. Şimdi verilen söz tutulacak, kızların babasına öğle yemeği gönderilecek. Kocasının öğle öğünü için katık çıkınını hazır eden kızların anası, büyük kızına;
      - Haydi kızım, git! Babana katık çıkını götür, demiş.
      Yapılacak işlerin, daha çok yaşça küçükten büyüğe doğru sıralana geldiğini bilen büyük kız, mırın kırın etmiş, burun kıvıracak olmuş.
      - Küçüklerim, hele en küçüğümüz ne güne duruyor? Katık çıkını verelim eline, küçük kardeşim de yolunca gidip götürsün, iletsin babama, demiş.
      Katık çıkınına son düğümünü de atan kızların anası, söylemiş:
      - Hayır, hayır! Babanın sözünden çıkamayız. Sabah evden çıkıp işine giderken, sıkı sıkı tembihledi. Siz sofrayı bensiz kurar, içine zırnık[2] haram lokma katmadığım katıklarınızı da bensiz bölüşebilirsiniz. Sıralı kızlarımız büyüdü, masrafımız arttı. Daha çok kazanmak için, bugün öğün vakti yemeğe gelmeyeceğim. Öğle yemeğimi vaktinde büyük kızımla bana gönder dedi.
      - Desene çaresi yok! Katık çıkınını babama bugün ben götüreceğim. İyi de, ben onun çalıştığı yeri bilmiyorum ki. Nasıl edecek, ne yapacağım da, babama ulaşacağım?
      - A kızım, akıllı kızım. Huyu huyuma çeken, boyu da boyuma yetişen kızım. Senin baban, sana iş buyururken, her bir şeyi de önceden düşünmüş. Yolun üstündeki bakla tanecikleri, babanın çalıştığı yeri bulmanda sana kılavuz olacak.
      Anasının kendisine uzattığı katık çıkını alan büyük kız, hemen yola koyulmuş. Evden çıkar çıkmaz ilk örneklerini gördüğü bakla tanecikleri, az gidip uz gittikçe azalmış, daha sonra da hiç görülmez olmuş. Katık çıkını elinde, o köşe senin, bu köşe benim diyerek, oradan öteye dolaşan, fakat aradığına bir türlü ulaşamayan büyük kız, kaderine yanmış, kötü talihine ağlamış.
      - Kör şeytanın işi ne ki, bana edeceğini etmekten başka? diye sızlanmış. Başıma örülen çoraptan[3] kurtulmam da güç. Babama ulaşamadan eve dönsem olmaz. Dönsem; annem bana gücenir, kardeşlerim de benimle eğlenir. Hem yüzüme karşı, hem de arkam sıra kim bilir neler söylenir? Güvenip beni yola çıkaran annemin ümidini kırdım, babamın da umudunu söndürdüm. Vah bana, vay bana!
      Dövünmek, gönül tesellisi. Kabarıp kararan yüreğin hararetini söndürecek bir damla su değil mi? Büyük kız çaresiz, ümitsiz. Üstelik yorgunluktan da dizbağları çözülmüş, adımlarını zar zor atacak hale gelmiş. Derken var gücüyle akşam da, karanlık kanatlarını bir bir indirmeye başlamış. Bir anda karanlık, sanki ulu dağların ardından söküp çekip gelmiş. Umudunun en son kırıntılarına doğru kulaç atan büyük kız, ötede, yolunun üstünde bir pencereden yansıyan solgun bir ışık görmüş. Kendisiyle hesaplaşmış:
      - Işık yanan yere mi gitmeli? Yoksa eve, geriye mi dönmeli?
      Bir ses gürleyip yankılanmış:
      - Eve dönmek olmaz! Işık yanan yere gitmeli!”
      Çaresiz büyük kız da öyle yapmış. Hemen ışık yanan eve gitmiş. Yüreğinde bin bir korku kanatlanmış olsa da, heyecandan titreye titreye kapı tokmağını çevirmiş. Çağrı mağrı beklemeden içeriye girmiş. Eve girince bakmış ki, döşemeleri yoksul evde sakallı bir adam, bir alaca dana, bir tekir kedi, bir de kurt bozması bir köpek varmış. Sığınacak bir yuva, tutunacak bir dal aramaktan öte, başka derdi olmayan büyük kız, teklifsiz sormuş:
      - Akşam alacası birden bire rengini değiştirdi. Ortalığı zifiri karanlık bastırdı. Babama yemek götürmeye çıkmıştım. Bakla taneciklerini göremeyince, yolumu da bulamadım. Çaresizim. Yanınızda beni de konuk eder misiniz?
      Uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, hayvanlarına danışmış:
      - Siz ne dersiniz? Bu zavallı kızı konuk edelim mi?
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek dile gelip söylemiş:
      - Guğ[4]! Guğ!
      Sakallı adam, heyecanla bekleyen büyük kıza dönmüş:
      - Dostlarım da seni sevdiler. Bu gece burada bizimle kalabilirsin, demiş.
      Büyük kız, sağa sola bakınmış. Besbelli ki, elindeki katık çıkınını bırakacak bir yer aramış. Durumu sezen sakallı adam, yan taraftaki gül ağacından yapılma kapalı kapıyı göstermiş.
      - Kapıyı aç, içeri gir! Katık çıkınını oraya bırak. Yolun toz toprağına da boyanmışsındır. Bakraçtaki suyla da elini, yüzünü yıka, kendini topla. Vakit de hayli ilerledi. Karnın da açtır?
      - Evet, karnım zil çalıyor.
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek de dile gelip, ses vermişler:
      - Bizimde! Bizimde! 
      - Dostlarımı da duydun ya, kızım? Haydi bize yemek yap da, karnımızı doyuralım.
      Büyük kız, girdiği odada bulduğu yiyecek maddeleriyle, anasından da görgülü[5] olduğu için, çarçabuk hafif yemekler yapmış. Katık çıkınındakileri de onlara eklemiş, nefis bir sofra hazırlamış. Yaygıyı, kasnağı, ağır bakır siniyi almış, getirip sakallı adamın önüne koymuş. İkisi birlikte sofra başına geçip, bir güzelce karınlarını doyurmuşlar. Ancak büyük kız, ne hikmetse akıl edip de, sakallı adamın dostlarına, birer lokmacık da olsa yiyecek vermemiş.
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek; kendilerinin unutulmasına öfkelenmişler. Hep bir ağızdan seslenmişler:
      - Belli etsek kıza yazık, etmesek bize.
      Sakallı adam, kaşlarını çatmış. Sormuş.
      - Kime, neden yazık?
      - Belli etsek kıza yazık, etmesek bize.
      - Anladık; belli etseniz kıza, etmeseniz size yazık.
      - Guğ! Guğ!
      - Haydi anlatın: Neden, ne oldu ki?
      - Sofra kuruldu, kaldırıldı. Bizim payımız unutuldu. Açız!
      - Ya öyle mi?
      - Guğ! Guğ!
      - Öyleyse ne yapalım? Söyleyin şimdi.
      - Konuk kız bu akşam, gece odasında, karanlık yatakta yatmalı. Kusurunu anlarsa iyi, anlamazsa; "Alınyazım bu!" desin katlansın, arayanı olmazsa yıllarca o odada oyalansın.
      Sakallı adam öyle yapmış, büyük kızı gece odasına kapatmış, altına karanlık yatağı sermiş.
      - Bizim kusurumuz yok, alınyazın bu! Konuğumuzsun…
      Uykunun ağır süvarileri büyük kızın gözlerinde halkalanmış, gözkapaklarını kapatmış. Yorgunluktan mı, üzüntüden mi neden bilemem; büyük kız gece odasında, karanlık yatakta uyuyakalmış. Uykusunda belli belirsiz sayıklamış:
      - Alınyazım bu!
      Başa gelen çekilir, alınyazısı silinmez.
      Turuncu güneş, son ışıklarını söndürmeye hazırlanırken, adam eve gelmiş, karısına söylenmiş:
      - Çıkın gelmedi bugün. Ne oldu?
      - Ah bilsem beyim, vah bilsem beyim! Büyük kız gitti gelmedi. Bir işaret de vermedi. Nerdedir, ne haldedir? Bilsem söylerim… İz görsem, izlerim.
      - Ya emmi[6]'sinde, ya dayısında, ya da ninelerinden birindedir. Sendeki merak bende de var. Fakat arada bir onlarda kaldıklarını biliyorum. Bugün de öyle olmuştur. Verilen görevi yerine getiremeyince, o kurtuluş kapılarından birine sığınmıştır.
      - Ah keşke, keşke! Ana yüreği taşıyorum, dayanamıyorum. Bıraksan, doya doya ağlamak istiyorum.
      - Ağlamak faydasız! Nerede olabileceğini dedim ya sana. Boşuna üzülmeyesin. Zamanın boyu bir karış. Çabuk geçer. Yarın ortanca kızımızla gönder çıkınımı. O, bu işin üstesinden gelir. Öteki de nerdeyse, ordan döner.
      - Ah keşke, keşke!
      Karı koca, ikisi birlikte, kararlaştırdıkları gibi yapmışlar. Adam besmele çekip, gün ağarır ağarmaz hemen yola çıkmış. Çalıştığı yere doğru giderken de, beşer onar metre arayla yanına aldığı bakla tanelerini, yolunun üstündeki bazı noktalara birer ikişer bırakmış.
      Kader, insanın aynası. Bu ayna, gülen gözleri de gösteriyor, ağlayanları da…
      Tanyerinde kızıllık arttıkça, gökyüzündeki tek tük yıldızlar da sönmüş. Güneş yükselmiş, ortalık aydınlanmış. Kızıl güneş buğday çalığına dönmüş, git gide karşı dağları da aydınlatmış. Sabahın ilk sularında dumana kesmiş olan gökyüzü, en aydınlık noktalarından o yüce dağların bütün doruklarını, keskin çizgilerle kucaklamış. Işık ışık yanan daireler, bazı noktalarda iyice alçalıyor, yolu yalar gibi uçuyor, ulaşabildikleri bakla tanelerini tek tek topluyor, kanada kalkmış kuşlara şimdi de ortak oluyormuş.
      Tam bu sırada üç kız kardeşin anası, ortanca kızına son uyarılarını yapıyor, diyeceklerini birer birer sıralıyormuş:
      - A kızım, akıllı kızım. Huyu huyuma çeken, boyu da boyuma yetişen kızım. Senin baban, sana iş buyururken, her bir şeyi de önceden düşünmüş. Yolun üstündeki bakla tanecikleri, babanın çalıştığı yeri bulmanda sana kılavuz olacak.
      Anasının kendisine uzattığı katık çıkını alan ortanca kız, hemen yola koyulmuş. Evden çıkar çıkmaz ilk örneklerini gördüğü bakla tanecikleri, az gidip uz gittikçe azalmış, daha sonra da hiç görülmez olmuş. Katık çıkını elinde, o köşe senin, bu köşe benim diyerek, oradan öteye dolaşan, fakat aradığına bir türlü ulaşamayan ortanca kız, kaderine yanmış, kötü talihine ağlamış.
      - Vay benim kadersiz başım! Gördün mü neler oldu? Gün bitti, ortalık karardı. Gece, bütün karanlıklarını toplayıp geldi. Ne yol görünüyor, ne iz seçiliyor. Ne yaparım bilmem ki?
      Sağ bakmış, sola bakmış. Tutunacak bir dal aramış. Ne seslenen var, ne yol gösteren. Tek başına yalnızlık meydanında kalakalmış. Nerdeyse vakti gelince tutulmayan inciler, gözyaşına dönüp birer birer dökülecekler. Kendini tutamamış, ağlamış. Karanlık olanca gücüyle her şeyi yutmuş… Gökte ay nerde, yıldız ne gezer? Karanlık, karanlık…
      Umut, ışık… Ortanca kızın yolunun sonunda da belli belirsiz yanmış.
      Ortanca kız, beklememiş. Tutunabileceği bu son çareyi yakalamak istemiş. Hemen ışık yanan eve gitmiş. Yüreğinde bin bir korku kanatlanmış olsa da, heyecandan titreye titreye kapı tokmağını çevirmiş. Çağrı mağrı beklemeden içeriye girmiş. Eve girince bakmış ki, döşemeleri yoksul evde sakallı bir adam, bir alaca dana, bir tekir kedi, bir de kurt bozması bir köpek varmış. Sığınacak bir yuva, tutunacak bir dal aramaktan öte, başka derdi olmayan ortanca kız, teklifsiz sormuş:
      - Akşam alacası birden bire rengini değiştirdi. Ortalığı zifiri karanlık bastırdı. Babama yemek götürmeye çıkmıştım. Bakla taneciklerini göremeyince, yolumu da bulamadım. Ablamın beceremediğini, ben de başaramadım. Çaresizim. Yanınızda beni de konuk eder misiniz?
      Uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, hayvanlarına danışmış:
      - Siz ne dersiniz? Bu zavallı kızı da konuk edelim mi?
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek dile gelip söylemiş:
      - Guğ! Guğ!
      Sakallı adam, heyecanla bekleyen ortanca kıza dönmüş:
      - Dostlarım da seni sevdiler. Bu gece burada bizimle kalabilirsin, demiş.
      Ortanca kızın yüreği serinlemiş… Kafasındaki korkunun askerleri çekip gitmiş. Yüreği ısınmış. “Yaşlı adam fena birine benzemiyor, hayvanları da öyle.!” diye düşünmüş. Yiyecek bir topan[7] ekmeğinin kesilmediğine şükretmiş.
      Sakallı adam, onun aklından geçenleri okumuş gibi, söylemiş:
      - Yol yorgunusun. Üstelik yabancı bir evdesin. Şaşkınsın… Sağdaki odayı görüyor musun? Oraya git, kapısını aç. Çıkınını oraya bırak. Bakraçtaki su ile elini yüzünü yıka. Açılırsın…
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek dile gelip söylemiş:
      - Guğ! Guğ!
      Ortanca kız, denilene sımsıkı sarılmış. Gösterilen odaya doğru yürümüş.
      - Ben acıktım! Ya siz? diye sormuş.
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek dile gelip söylemiş:
      - Guğ! Guğ!
      Sakallı adam da doğrulamış:
      - Ben de acıktım, bunlar da öyle.
      Ortanca kız getirdiklerini, kilerde bulduklarını bir araya toplamış. Belki sıkıntılarını unutmak, yürek yangınlarını söndürmek, belki de içinden öyle geldiği için olmalı, anasından gördüklerini düşüne düşüne, teker teker uygulamış, nefis mi nefis bir sofra hazırlamış. O sofrada kuş sütü dahil, her şey varmış.
      Gönlünde “Beğenecekler mi?” endişesiyle tamam ettiği sofrayı getirmiş, sakallı adamın önüne koymuş. İkisi birlikte sofraya kurulup, Allah ne verdiyse, bir güzelce karınlarını doyurmuşlar.
      Ancak ortanca kız da, ne hikmetse akıl etmemiş, sakallı adamın dostlarına zırnık[2] kadar da olsa yiyecek vermemiş. Yaygıyı, kasnağı, ağır gümüş siniyi almış, kilere götürmüş.
      Dönüşünde, elindeki gümüş kamıştan bardak bardak doldurduğu suyun ilkini sakallı adama, daha sonra da ötekileri sakallı adamın dostlarına sunmuş.
      “İki yudum su, bir lokma ekmek” derler. Yanlış mı, ne?
      Alaca dana, tekir kedi, kurt bozması köpek, kendilerine sofrada yer açılmayışına öfkelenmişler, ancak bardak dolusu su verilmesini unutmamışlar. Hepsinin suratı, kömür karası. Aydınlık, sadece gözleri.
      Sakallı adam, kaşlarını çatmış sormuş:
      - Yine ne oldu da, suratlarınızı kömür karasıyla boyamışsınız?
      - Bu defa da unutulduk, sofraya çağrılmadık. Açız! Açız!
      - Ya öyle mi?
      - Guğ! Guğ!
      - Öyleyse söyleyin şimdi. Ne yapalım?
      - Konuk kız bu akşam, yarı gece-yarı gündüz odasında, alaca karanlıkta yatsın. Kusurunu anlarsa iyi, anlamazsa; “Alın yazım bu!” deyip katlansın, yıllarca o odada oyalansın.
      Sakallı adam öyle yapmış, ortanca kızı, yarı gece-yarı gündüz odasına kapatmış, altına alaca karanlık yatak sermiş.
      - Bizim kusurumuz yok, alın yazın bu! Konuğumuzsun…
      Uykunun ağır süvarileri ortanca kızın gözlerinde halkalanmış, gözkapaklarını kapatmış. Yorgunluktan mı, üzüntüden mi neden bilemem; ortanca kız da gece odasında, karanlık yatakta uyuyakalmış. Uykusunda belli belirsiz sayıklamış:
      - Alınyazım bu!
      Kaderi yazan, öyle yazmış. Yazılanı yaşamak da ortanca kıza kalmış.
      Anası, babası, ablasıyla küçük kız kardeşi mi? Onlar da bu kaderin ortağı olup çıkmışlar. Başa geleni birlikte yaşamışlar.
      Baba, karanlık basar basmaz evine dönmüş. Kızlarının anasına söylenmiş yine.
      - Bugün de çıkın gelmedi? Büyük kız beceremedi derken, ortancası da başaramadı. Dert etme sakın. O da ya emmisinde, ya dayısında, ya da ninelerinden birindedir. Umudum, gözbebeğim küçük kızımızda. Bak göreceksin, o, çıkını doğru zamanda ve saatte bana getirecektir.
      - Bilmem ki beyim… Bu işte bir gariplik var ama ben çözemedim. Büyük gitti gelmedi. Ortancası da öyle, dönmedi. Korkuyorum, üç kızımdan küçüklerinin kaderi de aynı olursa? Ne yapar, ne ederim ben o zaman?
      - Küçük kızın aklı büyük… Göreceksin, o başaracak.
      - Keşke, keşke!..
      Sabah alacasıyla birlikte, analarına bin bir uyarıda bulunan kızların babası, yola çıkmış. Çıkmış ya, üç kızlarının en küçüğü için dua etmeyi de unutmamış.
      Dağların ardındaki güneş, yükseldikçe karanlıkları kovalamış. Pırıl pırıl, apaydınlık bir gün başlamış. Dal uçlarında rüzgâr olsa da, son iki güne benzemeyen bir gün başlamış.
      Güneş yükselmiş, ortalık aydınlanmış. Kızıl güneş buğday çalığına dönmüş, git gide karşı dağları da aydınlatmış. Sabahın ilk sularında az da olsa parlak rengine kara düşmüş gökyüzü, en aydınlık noktalarından o yüce dağların bütün doruklarını, kucaklamış, aydınlatmış. Işık ışık yanan daireler, bazı noktalarda yine iyice alçalmış, yolu yalar gibi uçmuş, fakat bu defa ulaşabildikleri bakla tanelerine dokunmamış, kanada kalkmış kuşları da ürkütmüşler, hiçbir baklaya kondurmamışlar.
      Tam bu sırada üç kız kardeşin anası, en küçük kızına son uyarılarını yapıyor, diyeceklerini birer birer sıralıyormuş:
      - A kızım, akıllı kızım. Huyu huyuma çeken, boyu da boyuma yetişen kızım. Senin baban, sana iş buyururken, her bir şeyi de önceden düşünmüş. Yolun üstündeki bakla tanecikleri, babanın çalıştığı yeri bulmanda sana kılavuz olacak. Yolunca git, sağa sola sapayım deme sakın. Olur mu?
      Anasının kendisine uzattığı katık çıkını alan üç kızların en küçüğü, hemen yola koyulmuş. Evden çıkar çıkmaz ilk örneklerini gördüğü bakla taneciklerini izleye izleye, yolunca gitmiş. Katık çıkını elinde, o köşe senin, bu köşe benim diyerek, yürümüş…
      Yürümüş ya, bir yerde o da zorlanmış. Üç yol ağzında bocalamış. Bakla taneleri, bu üç yoldan her birinde de dizi dizi duruyormuş.
      Tam bu sırada, anacığının sesini duyar gibi olmuş.
      - Yolunca git, sağa sola sapayım deme sakın. Olur mu?
      Üç kızların en küçüğüne, şimdiye kadar hiç görmediği üç kuş da kılavuz olmuş. Üç kuş, ortadaki yolun üstünde uçtukça uçmuşlar, arada geri dönüşlerle, küçük kıza yol göstermişler.
      Üç kızların en küçüğü, sağa sola sapmamış, dosdoğru orta yolu tutmuş. Elinde çıkını, gökyüzünde üç kuşla birlikte yürümüş, yürümüş.
      O da ne? Birdenbire yol bitmiş, üç kuş da kaybolmuş. Güneş battı batacak…
      - Aklımın almadığı bir şey var ama ne? Erkenden akşam oldu. Ya da ben mi iyi göremiyorum?
      Üç kızların en küçüğü, sağa sola sapmadan; orta yolu seçmesine üzülür gibi olmuştu. Tam bu sırada yol bitmiş, önüne dikilen büyük ahşap kapının iki kanadı gacır gucur ötmüştü.
      Üç kızların en küçüğü korksa da, bu durumunu kimselere göstermemek için, var gücüyle seslenmiş, sormuş:
      - Kim var orada?
      Kendi sesi, Kafdağı’nın ardından yankılanmış, çığlık çığlık duyulmuş:
      - “Kim var orada?”
      - “Kim var orada?”
      Sonra yankılar dinmiş… Üç kızların en küçüğü de, sessizlik kuyularının en dibine düşmüş sanki. Karanlık perde perde inerken, üst kattaki pencerelerden birinde cılız bir ışık yanmış.
      Işık, umut… Işık, hayat demek.
      Üç kızların en küçüğü durmamış, gacır gucur öten kapı kanatlarından açılacak gibi olanını itmiş, aralıktan içeri girmiş. Rahatlamış… Kendisini kuşatan korkutucu varlıkların kapladığı alanın küçüldüğünü görmüş. Karanlık perileri nerden gelirse gelsin, birçoğuna güç yetiştirebileceğine inanmış. “İnsan ortada. Hayat devam ediyor!” diye düşünmüş. Korkuları dağılmış, bu yüzden rahatlamış.
      Ses, canlılık… Canlılık, hayat demek!
      Umut yelkenlerini yeniden ayaklandırıp, kanatlandıracak olan bir çağrıya kulak kabartmış.
      - Yukarı gel! Haydi, yukarı gel!
      - Guğ! Guğ!
      Durmamış, sesin geldiği yönü kestirmiş, evin üst katına çıkmış. İlkin kör kör yansa da, odayı dolduran ışıktan gözleri kamaşmış. Sonra hayâl damlacıklarına dönmüş karaltılar biçimlenmiş, görünmüş. Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adamı, alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpeği görmüş. İçinden bir “Oh!” çekmiş, pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adama, alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpeğe selam vermiş, onlardan da almış.
Orada gördükleri, yüreğini ısıtmış. Fil gibi acıktığını anlamış. Anasından gördüklerini sırasıyla uygulamak için sağ sola bakınmış, mutfağı aramış.
      Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, söylenmiş.
      - Mutfak orda, bak!
      Alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpek de evetlemişler.
      - Guğ! Guğ!
      Üç kızların en küçüğü, görüldüğünden zengin olan mutfakta, sofra donatacak her bir şeyi kolayca bulmuş. Üstesine üstlük “Bu, tuzluktur!” diye elini uzattığı yerden tuzluk yürümüş, “Şekerdir!” dediği yerden de sanki şekerlik kanatlanıp sofraya konmuş… Say ki bolluk yağmurları yağmaya başlamış.
      Dışarıdakilere seslenmiş, sormuş:
      - Açsınız değil mi?
      Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, karşılamış soruyu:
      - Açız!
      Alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpek de evetlemişler.
      - Guğ! Guğ!
      - Azıcık izin istiyorum sizden. İlk soframı kurmanın heyecanını yaşıyorum şimdi. Elim ayağıma dolaşır, şaşırabilirim. Kusurlarımı görmezsiniz değil mi?
      Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, ses kesilmiş, karşılamış.
      - Görülmemesi gerekeni, görmeyiz.
      Alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpek de evetlemişler.
      - Guğ! Guğ! Biz de görülmemesi gerekeni, asla görmeyiz!
      Üç kızların en küçüğü, iki eliyle sımsıkı yapıştığı altın siniyle dönüp gelmiş. Daha önceden serdiği altın yaygının üstündeki altın kasnağın yanında durmuş. Siniyi bir güzelce altın kasnağın üzerine bırakmış. Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adamı, sofraya buyur etmiş. Dilerse, alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpeği de çağırabileceğini söylemiş.
      Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam sevinmiş, alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpeğin yüreğinde bayram türküleri söylenmeye başlamış. Üç kızların en küçüğü, çabucak mutfağa geçmiş. Sakallı adam ve dostları için hazırladıklarıyla dönmüş.
      Neşe içinde yiyip içmişler, karınlarını doyurmuşlar. Bu sırada odayı dolduran ışık, ferini arttırmış. Pencereleri sımsıkı örten perdelerin rengi parlamış… İçinde bulundukları yoksul oda, gide gide büyüleyici bir saraya dönmüş.
      Pencere kenarında uzandığı kanepesinin üstünde doğrulan sakallı adam, kırk yıldır yüreğini kemiren merakını yenmek için, içinden de öyle geldiğinden, sırasıdır deyip sormuş:
      - Sende bir sır var. Sende bir sır var. Gelişinle her şey değişmeye başladı. Hüzünlü gözlerimde güller açtı. Görüyor musun?
      - Evet!
      - Dostlarımla birlikte kırk yıldır aynı sofraya oturmadım. Üstelik ara sıra soframızı kuranımız olsa da, dostlarım benimle birlikte aynı sofraya çağrılmadı.
      - Buna üzüldüm. Ne acılara dayanmışsınız.
      - Sırrını söyle bana. Buraya niçin geldin?
      - Sırrım mırrım yok benim. Diğer kardeşlerim gibi babama katık çıkınını götürmek için yola çıktım. Başaramadım, burdayım?
      - Kardeşlerin de mi var, senin?
      - Vardı…
      - Peki, vardı demekle şimdi yoklar mı diyorsun?
      - Evet, şimdi yoklar.
      - Ne zamandan beri?
      - Birkaç gündür?
      Sihirli bir el, ansızın sarayın bütün ışıklarını söndürmüş. Herkesin gözlerinde geçmiş zaman resimlerinin geçit töreni başlamış. Unutulanlar hatırlanmış. Kaf dağları kuşatılmış, okyanuslar kurutulmuş. Bütün mevsimler ilkbahar olmuş ve hep öyle kalmış.
      Sarayın ışıkları yeniden yanmış. Sakallı adam, üç kızların en küçüğü, alaca dana, tekir kedi ve kurt bozması köpek, kırk yıldır süren rüyâlarından uyanmışlar.
      Sakallı adam, ilk gençlik yıllarını yeniden yakalamış, yakışıklı mı yakışıklı bir şehzadeye dönmüştü. Üç kızların en küçüğü dünyalar güzeli, güzel mi güzel bir melek olup çıkmıştı. Sakallı adamın dostları da üç yaman prens olmuştu. Büyük kızla, ortanca kız da uyanır uyanmaz, evlerine dönmüşlerdi. Göz pınarları kurumaya başlayan anacıklarını, dönecekleri umudunu yitirmeyen babalarını az da olsa sevindirmişlerdi.
      Gündüzü güneş, geceyi dolunay aydınlatmış.
      Zaman, bin kanatlı kuş. Yel gibi uçup gitmiş.
      Şehzade sabırsız:
      - “Meleğim!” demiş, “Benimle evlenir misin?”
      Üç kızların en küçüğünün gözbebeklerinde inci taneleri.
      - Evet demez de, ne der?
      Üç prens, arda kalır mı? Onlar da evetlemişler.
      - Guğ! Guğ!
      Sonrası?.. Kırk gün, kırk gece süren dillere destan bir düğün.
      Ama ne düğün. Görene, parmaklarını ısırtmış.
      Yalanım yok, o düğünü ben de gördüm. Ama anlatamam.
      Derken gökten üç elma düşmüş. Biri meleğe, biri şehzadeye, biri de görüp duyduklarını anlatana.
      Onlar ermiş muradına, bize susmak düşer.


     
      [1] Bitirmek.
      [2] Hiç, en az da olsa. 
      [3] Tuzak, zorluk.
      [4] Evet. 
      [5] Öğrenmiş.
      [6] Amca.
      [7] Yudum, lokma.

Makaleni beğendinizmi? Sosyal medyada takip edin!

Küfür, hakaret, rencide edici ve büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmayacaktır.

Sakura

San Francisco temelli bir firmanın tavuk tüyünden laboratuarda yetiştirdiği tavuk eti

Editörün Seçimi